ÇAGDAŞ HEMŞİRELER DERNEGİ NE HOS GELDINIZ
   
  ÇAĞDAŞ HEMŞİRELER DERNEĞİ
  Yeni muhafazakârlık, AKP ve kadın emeği
 

Yeni muhafazakârlık, AKP ve kadın emeği

  07 Haziran 2009 -  

Sosyalist Feminist Kolektif’ten Hülya Osmanağaoğlu ile Neoliberalizm, yeni muhafazakârlık, AKP ve kadın emeği hakkında konuştuk. Feminist Politika dergisinin ilk sayısında “Yeni muhafazakârlık ve kadın emeği” konusunda bir çalışması yayınlanan Osmanağaoğlu, AKP’nin kadını eve kapatmadan aileye zincirlediğini söylüyor.

80’lerle birlikte neoliberalizmin kadınların kazanılmış hakları başta olmak üzere ideolojik bombardımanla beraber saldırısı söz konusu. Neoliberal düzen dediğimiz sistem dünya ölçeğinde kadınlara ne getirdi ne götürdü. Oradan başlayalım. Çünkü bu sanırım Türkiye ve AKP ile tartışabileceğimiz bir şey değil bir dünya arka planı da var.

Aslında zaten yeni muhafazakârlığa tabii ki Müslüman toplumun farklılıklarıyla beraber bir çerçeve çiziyorum ama dünyada bir trendden neoliberalizm ve yeni muhafazakârlığın dünyadaki ittifakından bahsedeceğim konuyu bu bağlama oturtmaya çalışacağım. Yani tek başına Türkiye’de siyasal İslam temelinde kadınların durumu diye değil yeni muhafazakârlıkla neo liberalizmin dünyadaki ittifakının Türkiye’deki görüngüsünün AKP ile nasıl cisimleştiğini anlatmaya çalışacağım.

80’lerle veneo liberalizmle kadın emeğinin güvencesizleşmesi, ev içi hizmetlerin ve bakım hizmetlerinin yeniden kadının sırtına bırakılması bu alanın ticarileştirilmesiyle birlikte kadınların bu hizmetlere ulaşabilmesinin iyice sınırlanması ev içindeki kadın emeğinin yükünü artırdı.

Şimdi şöyle; dünyada savaş sonrası bütün toplumsal hareketler yükselirken 68’de feminist hareket de hem toplumsal hareketlerin içindeki cinsiyetçilik eleştirisinden hem de kapitalizmin ve sistemin, patriyarkanın eleştirisinden kendini yükseltmeye başladı. O zaman özellikle sosyal devlet mücadelesi içinde feminist hareket de kadınlar için kimi taleplerini ifade etti ve bunu yaparken cinsiyetçiliği hedef alarak kendi taleplerini gündeme aldı. Böylece kadınlara yönelik bir dizi kazanım ortaya çıktı. Bu nedir? Kadınların özellikle ücretli emek gücüne katılırken bir dizi ev içi yüklerini zaten ikinci dalga feminizm özel alanın politikasını ön plana çıkararak gündeme aldı. Ev içindeki yüklerini azaltmaya yönelik yani nedir ev işleri çocuk bakımı hasta bakımı gibi işleri politik mücadelesinin eksenine oturttu. Bunun dışında ne yaptı ikinci dalga, bir pozitif ayrımcılık söylemi oturttu. Ücretli emek gücü açısından da kimi erkeklere özgü alanlarda var olmaya başladı. Bu aslında kadınların yığınsal olarak da ücretli emek gücüne katılımını sağladı. Amerika’da bu 60’larda başladı. Avrupa’da aynı şekilde 60’lar, 70’ler feminist hareketin yükseldiği yıllar oldu. 80’lerle birlikte hem reel sosyalizmin krizi daha görünür olmaya başladı, reel sosyalizmin krizi daha görünür olmaya başladığı yıllarda büyük kapitalist ülkelerde muhafazakâr hükümetler, sağcı muhafazakâr hükümetler tekrar iktidara gelmeye başladı ve kapitalizmin krizine karşı çıkardıkları önlemlerle aslında neoliberalizmin ilk adımları atılmaya başlandı. Neoliberal adımlar o dönemde politikalarının ideolojik meşrutiyetini sağlarken kadınlar üzerinden de kesintilere gitmeye başladılar. Bunlar neydi? Kadınları eve döndürme işsizliğe karşı kadınları tekrar aileye döndürme politikalarıydı. Kadınları tekrar aileye döndürmek için ne yapıyorlardı.

1-Tek eşliliğe yani ikinci dalga feminist hareketin 60 sonrasının cinsel özgürlük şiarına karşı kadınların evde aileye geri döndürme çalışmalarına başladılar. Kadınların çocuklarına kendilerinin bakmasını istediler. Bizim 80 sonrası seyrettiğimiz filmler var hatta bunların benzeri Türk filmleri çıkmıştı en yaygını bu cani çocuk bakıcıları filmleridir. Çok tipik bir özellik olarak vardır bu Glen Close’lu cani çocuk bakıcısı filmleri. Bunlar hep kadınlara yönelik eve döndürme politikalarının sonuçları. Bütün filmlerin sonunda mutlu ailelere dönülür.

Bunun dışında AİDS meselesi 80’lerin öne çıkan şeylerinden biridir. Mesela önce eşcinsel hastalığı olarak sunuldu. Bu eşcinsel hastalığının bir heteroseksist yani, cinsiyetçi yanı, eşcinsellerin hastalıklı tabir edilmesiydi. Bir diğeriyse güvenli seks adı altında tek eşliliğe, yöneltme. 60’ların 70’lerin cinsel özgürlük şiarının karşısında sağlıklı yaşamak için tek eşlilik güvence olarak konuldu. Yani yeniden aile kutsanmaya başlandı. Bunun dışında yine Kohl-Thatcer-Reagan döneminde sosyal yardımlardan kesintiler başladı. Sağlık yardımlarından, kreşlerden kesintiler başladı. Ve aslında ev içindeki yeniden üretimin maliyeti yeniden kadınların sırtına yıkılıp karşılıksız kadın emeğinden karşılanır hale geldi. Bütün bunlarla beraber zaten reel sosyalizmin çöküşü yeni dünya düzeniyle beraber neo liberalizmin dizginlerinden boşalması bu süreçte yeni bir şey getirdi. Hem o bilişim sektörünün gelişmesi hem de küreselleşmeyle beraber artık hakikaten sermaye uluslararası ölçekte daha rahat hareket etmeye başladı. Sermaye uluslararası ölçekte daha rahat hareket edebilir olmaya başladığında üretim süreçleri parçalanmaya başladı. Yani bir malın üretiminde gereken her parça ya da her aşama başka bir yere taşınabilir oldu.

90’larla beraber sermaye kendi üretim süreçlerini parçalayınca bununla birlikte kadın emeğini kullanmaya başladı. Ve kadın emeğinin değerini de aslında bu sosyal refah devleti sürecini git gide düşürerek, metropol ülkelerden uzak ülkelere, gelişmemiş/az gelişmiş ülkelere yöneltti. Amerika kendi güneyine, Avrupa Asya’ya doğru yöneltti. Türkiye gibi ülkelere yöneltti. Bunları yaparken ne yaptı güvencesiz çalışma, esnek çalışma, parça başı çalışma, ev eksenli çalışma aslında bu swetsohplar denen kadınları atöleylerde toplayıp orada yaşatma ve orada üretimler yapmak, serbest bölgelerde kadınları çalıştırma gibi bir dizi ucuz kadın emeğinin kullanılabileceği çalışma biçimleri yarattı. Bu esnek güvencesiz, sendikasız sigortasız çalışma kadın emeğini ucuzlaştırdı. Bir taraftan gittiği ülkelerde bu emeği kullanırken bir taraftan bunun ideolojik meşruiyetini yaratmaya çalıştı. Bir taraftan gelir elde ederek kadınların ev içindeki konumlarını güçlendiriyorum derken diğer yandan kadınların ev içlerindeki konumlarıyla kendileri lehine üretim sürecine katılmalarını sağlamaya çalıştı. Avrupa’nın kendisinde de bu esnek üretime geçiş part time çalışmanın desteklenmesi kadınların böylece ev ve iş yaşamını uyumlulaştırma adı altında esnek çalışmanın cesaretlendirilmesi ve çekici kılınması halinde oldu. Şimdi buradan Türkiye’ye geldiğimizde bütün bunları sosyal devlet üzerinden yapmak mümkün değildi. Zaten 80’den sonra böyle bir konum kaybı var. Fakat Türkiye’de bunun üstlenicisi hükümetler dönem dönem değişti. En somut olarak ve güçlü bir iktidarla bunu yapan AKP oldu.

AKP bir yandan bütün neo liberal politikaların uygulayıcısı, bir yandan kendi içinde kendine göre bir demokrasi söylemiyle, kendine demokratlıkla aslında AB uyum sürecinin içinde yer alıyor. Bir yandan da aslında son çıkarttığı yasalara baktığımızda SSGSS, İstihdam Yasası, Sendikalar Yasası, neo liberalizmi Türkiye ile uyumlulaştırmak işlevini en iyi yerine getiren hükümet. Tümüyle Dünya Bankası, IMF ve AB isterlerine uygun biçimde uyumlulaştırma politikalarını uygulamaya koyuyor. Tek parti iktidarı ile bunu çok daha rahat biçimde uyguluyor. Şimdi bu uygulamalara baktığımızda aslında çok benzer şeyler görüyoruz. 80’ler de kadınları eve döndürme çocuk bakımı yani Batı Avrupa’da, Amerika’da bu uygulama varken kadınlar eve dönsün çocuk baksın derken mesela ABD’de 90’lı yıllarda şu başlıyor; Yalnız yaşayan annelere yapılan ücret yardımıyla çocuklarına bakıyor bunlar zaten eğitimsiz, iş bulma olanağı sorunlu kadınlarken bu yardımdan yaralanıyorken bu yardımları kesiyorlar. Bu yardımları keserek kadınları ucuz işgücü olarak piyasaya yönlendiriyorlar. Kadınların kazandıkları paralar asla aldıkları sosyal yardımın üstüne çıkmıyor. Sosyal yardımın üstüne çıkmadığı gibi çocuk bakımına ilişkin bir olanak da sunulmuyor. Ama kadınları çalışmak zorunda bırakıyorlar hem de çocuk bakımı üstlenilmeksizin. Kadınlar açlığa mahkûm oluyor, bütün sosyal güvencesini de yitiriyor. Buradan da kadınları neo liberalizmin ihtiyaçları doğrultusunca emek piyasasına sürüyor. ABD’de en somut muhafazakarlık saldırısı kürtaj yasasına. Muhafazakâr yönünün en somut göstergesi aynı hükümet kürtajı yasaklamaya çalışıyor. Yeni muhafazakârlığın belirgin görüntüsü bu bir yandan da yalnız yaşayan çocuklu kadınlara devlet yardımını kesiyor. Şimdi Türkiye’ye de baktığımızda AKP’ye baktığımızda neyi görüyoruz. AKP’nin genel imajı; kadınların esas görevi anneliktir, çocuk yapmaktır, çocuklarını iyi yetiştirmektir. Ama bu zaten bir burjuva toplumunun burjuva ideolojisinin kadınlara ailenin biçtiği rol, yani sokağa çıkıp çalışsa bile ev ve aile sorumluluğunun kadının sırtına yıkan rol. Kemalizme de baktığımızda 1930’larda özellikle iyi eş, iyi aile, iyi yurttaş, çalışacak ama aile konumunu sürekli koruyan bir kadın tipi çizer. Bu anlamıyla AKP’de çok farklı değil.

AKP Aslında neo liberalizm açısından Türkiye’de kurucu bir parti oldu. Türkiye’ye özgün neo liberal toplumsal düzenek kurma, ona uygun ekonomik kurumlar oluşturma açısından kurucu işlevleri oldu. Bunun kadın boyutunu derinleştirerek tartışalım. Kadınlar açısından ne getirdi ne götürdü? Tek başına gericilik ve kadını eve kapatma ilişkisinin dışına çıkan bir biçimde tartışırsak?

Şimdi bu dönemde şunu görüyoruz. Eski Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Nimet Çubukçu içlerinde kadın ve feminizme en uzak bakanlardan. İlk tepkisi feminist örgütlere olmuştu. İşte Başbakanın geçen sene üç çocuk doğurun tavsiyesi var. Bunlara baktığımızda sanki kadınlar eve kapansın onların asli görevi budur anlayışı hakim. Düzenlemelerine baktığımızda SSGSS ile babadan aldığı maaş 18-24 yaş arası okuma okumama durumuna göre kesiliyor. Yani kadınlara artık çalışmadıklarında ve evlenmediklerinde (yeterli eğitimi zaten alamıyorlar) çalışma koşulları ve ülkedeki işsizlik ortada. Anne ve babaları sağ olmadığı sürece çalışmadıklarında bir de üstüne evlenmediklerinde açlığa ve yoksulluğa mahkûmlar. Bir ailenin içinde yaşamadıkları sürece. Bu çok tipik bir örnek ama bunun arkasından gelen istihdam yasaları var, açlığa mahkûm olan kadınları ucuz emek gücü olarak piyasaya sürme, GSS’nin devamında istihdam yasasında kadınlara ilk defa işe girdiklerinde kadınları istihdam eden işyerlerinde sigorta piriminin bir kısmını işsizlik fonundan karşılaması gibi. Bu kadınların ücret seviyelerini düşürmek ucuz işgücü haline getirmek ve işgücü piyasasına çekilmek amaçlanıyor.

Burada neyi görüyoruz. AKP’nin eğilimine baktığımızda siyasal İslamın en bilinen eğilimi kadınları eve kapatma ama düzenlemelere baktığımızda özellikle en yoksul kesimden kadınları uzun vadede büyük sermayenin ve kendi dayandığı sermaye gruplarının isterlerine uygun olarak onlara ucuz emek gücü sağlamak adına kadınları ücretli emek gücüne çekmeye çalışıyor. Bunu esnek çalışmayla, güvencesiz çalıştırmayla, düşük ücretli çalıştırmayla yapıyor. Onun için demin o örneği verdim. AKP’de bir Taliban görmüyoruz.

Belki şöyle bir şey olabilir mi? Çalışma yaşamında zaten küçük atölye tipi üretimlerde hemşericilik, akraba ilişkileri çok yaygın, hani dinden beslenen itaatkâr kadın anlayışı sence bu profil açısından kullanılıyor mudur?

Neticede bir takım yasal düzenlemeler yaparken aslında bunu dini motiflerle birleştirmiyor. Tabi ki kadınların çalışmaya başladığı yerde çalışma koşulları krizle değişiyor ama tekstil sektörüne katıldıklarında merdiven altı atölyelerde uzun süre, makine başlarında overlok, remöyoz, makine başında güvencesiz çalışıyorlar. Ama şununla birlikte bu söz konusu; AKP’nin muhafazakârlığı bu çalışmaları yaparken kadınların ev yaşamında bir şey değiştirmesini mümkün kılmayacak bir biçimde yapıyor. Yani toplumsal ideolojik ortamda kadınların çalışırken çocuk bakımının artık onların görevi olmaması patronların uygun kreş sağlaması, belediyelerin kreş sağlaması gibi bir ideolojik hegemonya yok kuşkusuz. Onlar kadının görevinin çocuk bakmak olduğu düşüncesiyle bir arada kadınları çalıştırıyorlar. Mesela ev eksenli çalışma çok teşvik edilen bir şey olmaya başladı. Evde parça başı iş yapma. Bunların çoğu da ev eksenliden çok mahalle eksenli çalışmalar haline gelmiş durumda. Çünkü bir mahallede bilmem kaç kadın aynı anda kotların ipliklerini kesiyor, plastikleri birbirine tutturuyor, legoların uçlarını tutturuyor. Aslında bunlar yaygın biçimde belirli bölgelerde parça başı iş ev eksenli çalışma.

Bunun bizim açımızdan anlamı ne? Birincisi bunun kıdemi yok, sigortası yok, dinlenme saati yok, biz zaten ev işlerini bitmeyen bir iş olduğunu söylerken bu ev eksenli çalışmayla birlikte bitmeyen, sürekli kendini yenileyen ev işlerine bir de o çalışmalar ekleniyor. AKP’de AB’ye döndüğünde kadınları sayısal olarak istihdamı arttırmış oluyor. AB bazı standartlar koyuyor “kadınların istihdamını şu kadar arttırmış olman gerekiyor” diye. AB de neticede neo liberal bir sözleşme olduğu için o da kadınların hangi koşullarda ücretli emek gücüne katıldığıyla ilgilenmiyor Sadece sayısal verilerle ilgileniyor.

Bu anlamıyla şöyle bir eleştirimiz var AB’nin zaten bu kadar soyut bir eşitlik anlayışının, istihdam da eşitlik anlayışının kendisinin neo liberalizme destek olduğunu düşünüyoruz. Kuşkusuz değişik sınıflardan kadınlar için değişik sonuçları oluyor. İstihdam da eşitlik politikalarının daha üst sınıftan ‘okumuş yazmış’ kadınlar için daha iyi sonuçları olduğu gibi sayısal oranı kadın istihdamı oranını arttıracak olan alt sınıflardan daha yoksul daha eğitimsiz işçi sınıfı ailelerinden gelen kadınların iş gücüne katılanlar da zaten güvencesiz sigortasız koşullarda katılıyor ya da çok düşük ücret koşullarında. Ya da aslında sermayenin ödeyeceği primi devlet ödüyor. Bu da bizim cebimizden çıkıyor. İşsizlik fonu işsiz kalanlara yapılacak yardımların fonu ile sermayeye kaynak sağlanıyor. Bu anlamıyla AB istihdam politikası dediğimiz şey AKP’nin neo liberal muhafazakârlığı ile uyum içinde oluyor.

Şey konusuna gelelim. Genelde bir tartışma bu İslami kesimden sermaye sahibi olanların sayısının artmasıyla birlikte kendi orta sınıfını yaratma tartışması da var buna çok farklı kadınlar özellikle kadınların bu yeni sınıf ve toplumsal yaşam içindeki konumlarına dair farklı fikirler var. Senin gördüğün nedir bu konuda?

Kadınların oradaki konumuna dair özel bilimsel bir araştırma yapmadım. Ama şunu biliriz ki burjuva toplumunda üst sınıfları ayırarak topluma bir hayal gücü sunar. Alt sınıflara da bir orta sınıf yaşam biçimine ulaşma hedefi verir.İnsanlara “olması gereken” bir yaşam tarzı sunulur. Buna tüketim toplumu denir ama bu aslında ideolojik meşruiyet sağlamak içindir. Alt sınıflara da denir ki ‘şöyle’ yaşayın. TV’de bazı reklamlar olur hangi eşyanın alınacağı o evin içinde kadınların hangi roller içinde olacağını anlatır. Bir tane reklam vardı. Mesela “evimde mutluyum ben”… kadınlar evlerde nasıl yaşar onu sunar.

Şimdi AKP’de kuşkusuz insanlara bir refah ve mutluluk sunarken bunun içinde bir aile modeli bir yaşam modeli de sunuyor. Onun sunduğu aile ve yaşam modeli hiç kuşkusuz evinde çocuk yetiştiren kadınlar. Kendi orta sınıfından kendi orta sınıfının beklentilerine uygun olarak onlara sunduğu bir yaşam biçimi bu aslında ve aynı zamanda oyunu aldığı alt sınıflara yoksullara halkımıza da sunduğu bir yaşam biçimi. O da ne aslında çocuklarını evde güzelce yetiştiren kadın modeli.

Ama tabi ki tüketim toplumu denilen şeyin bu kadar geliştiği yerde artık eskisi gibi sadece dini ritüellere bağlı ve bunun bu kadar yaygınlaştığı bir yerde siyasal İslam’ın kitle tabanına sadece dini ritüellerle kurulu olan bir yaşam tarzı sunması mümkün değil. Kendi orta sınıfı dayandığı sermaye kesimlerinin toplumsal şekillenişi yine aslında neo liberalizmle uyum içinde. Bir takım tüketim alışkanlıkları içerisinde yaşıyor. Bunun sonucu ne:
1- Artık kız çocukları üniversite okuyor.
2- Üniversite okumak istiyorlar ama bu konuda önümüze gelen şey ilk etapta türban oluyor.
3- Ben köyde kente gecekondulara geldiğimizde buradaki çocuklar okumaya dışarı çıktıklarında köyün değerleriyle aradaki bağı koparırlardı ve bizim diyorum ya 70’lerdeki Türk filmlerine baktığımızda o eski değerlerle arasındaki bağı kopartan tipler görürsün. Bunun bir versiyonu yozlaşma idi bir versiyonu da bilinçlenme işçileşme toplumsal mücadele içinde rol almadır. Bugün ise artık bu kesimler kentten kente yeni göçler değil kentin içindeki kesimler ve kentin içinde kendilerine bir hayat kuruyorlar. Yani artık başı bağlı olmak sadece kentin kenar kesimlerindeki yeni göç edenlere özgü bir şey değil kentin merkezine de özgü bir şey. Bu haliyle toplumsal olarak yerleşikleşmiş yaşam biçimi haline geliyor. Bunun içinden de buna uygun talepler geliştiriyorlar. Buna uygun talepler geliştirirken de ilk etapta bu çocukların üniversite okuması var, genç kadınların üniversitelere gitmesi var. Şimdi çok somut olarak çok zengin kesimler dışında üniversitelere genç kadınların gitmesinin önü feci halde kesilmiş durumda. Kadınlar bu türban tartışmaları yüzünden üniversitelerde okuyamıyorlar. Ama bunlar arasında gelir seviyesi itibariyle bunu yapabilecek ve bunu artık bir mücadele, bir siyasal mücadele alanı olarak da gördüğü için, siyasal İslam’ı bir siyasal mücadele alanı olarak da gördüğü için, kadınlar türban takarak daha rahat üniversitede okumayı, kendi çevrelerinden de kendi toplumsal çevrelerinden de bunun onayını alabiliyorlar. Ama ne yapıyorlar, geri çevriliyorlar. Bu noktada ne ile karşılaşıyorlar. Aslında aile dayanışması ile karşılaşıyorlar. Bu toplumsal mücadele içerisinde özellikle türban, üniversite, kamusal alanda çalışma mücadelesi içinde yanlarında aileyi buluyorlar. Aile ile bir kopma yaşayacaklarına kendilerini aileleriyle bağ kurarak toplumsal alan içinde, toplumsal mücadele içinde var ediyorlar.

Cemaatler, tarikatlar vesaire mi?

Bu tarikat olur cemaat olur, mahalle olur, o olur, bu olur, toplumsal alandan kastım, hangi örgütlenme biçimi olduğu önemli değil. Ama neticede kadınların sokağa çıkamama, eğitime katılamama, çalışma hayatına katılamama çelişkilerini esas olarak, geçmişten farklı olarak, aileleriyle ve kendi toplumsal çevreleriyle ittifak/bağımlılık içinde yaşıyorlar. Kemalist ideolojiyle karşı karşıya gelerek yaşıyorlar, devletin Kemalist bürokrasisinin kavrayışıyla yaşıyorlar. Bu onların aslında onları erkek egemen sınırların içinde tutan çerçeve ile bağlarının güçlenmesine yarıyor. Bu anlamıyla söylüyorum hani, kadınları sokağa çıkarıyor ama aileyle bağlarını güçlendiriyor. Bu da aslında patriarkal değerlere zincirliyor kadını. Çünkü ilk olarak kamusal alana çıkmalarına dair problem yaşadıklarında karşılarında gördükleri somut olarak kendi erkek egemen zihniyetleri değil, kemalizmin militarizmin baskısı oluyor. Bu da kendi cemaatleriyle, kendi toplumsal çevreleriyle, kendi aileleriyle bağları ve bağımlılıkları güçleniyor. Bu da bir yanılsama yaratıyor. Şimdi bunun karşısında konumlanan şey bu mücadeleyi yaparken – ben bunun önemli olduğunu düşünüyorum- kendi adıma zaten kadınların kamusal alana çıkmalarının önündeki her türlü engelin yanlış olduğunu düşünüyorum, bir hak olarak kadınların istedikleri koşullarda kamusal alana çıkmaları gerektiğini düşünüyorum. Buna örtünme de dahil. Ancak bunu şöyle tariflemek mümkün değil, yani örtünmeyi bir beden poliitkası olarak kavramak mümkün değil. Biz feminizmde beden politikası deriz yani kendi bedenimize ilişkin kararları kendimizin alması ve bunun mücadelesini ve bunun politikasını üretmek olarak. Ama örtünmeyi bir hak olarak kavramak başka şey, bir beden politikası olarak yani kendi bedeniniz üzerinde karar hakkı olarak bedeninizi özgürleştirmenin bir parçası olarak görmek mümkün değil çünkü örtünmenin kendisi de başka erkek egemen değerlerin bir yansıması. Bu anlamıyla kadınları örtünme sebebiyle eve kapatan anlayışla örtünme sebebiyle kamusal alandan dışlayan anlayışı da kadınların örtünerek kamusal alana çıkmasını savunup bunu kadının özgürlük mücadelesi olarak anlatan anlayışın kendisinin de problemli olduğunu düşünüyorum. Yani evet kadınların kamusal alana çıkmasının bir hak olduğunu istedikleri gibi bedenleri üzerinde karar vererek örtülü ya da örtüsüz, bu hakkı savunmak bir şeydir, ama bunun bir kadın kurtuluş mücadelesinin bir parçası olduğunu düşünmüyorum. Sadece kadınlara uygulanan ayrımcılığa karşı bir mücadeledir. Aynı düşünceye aynı fikre sahip aynı kafa yapısındaki erkekler çıkarken kadınlara bunu yapmanın yasak koymanın kadınlara yönelik bir ayrımcılık ve aslında ben bunun siyasal İslam’la militarizmin kadınlar üzerinden yarattığı saflaşma olduğunu düşünüyorum.

Belki ben de oraya gelmek istiyorum aslında görünen şöyle bir şey, kadın bedenini tamamen nesneleştiren kadın mücadelesinin saflarıymış gibi görünen, her iki tarafta da kadın özgürlük mücadelesinin farklı bir yerden saf tutuyormuş gibi görünüyor. Biri örtünmeyi özgürlük olarak tartışıyor, bir diğeri de örtünmeyi özgürlüğü gasp eden bir unsur olarak tartışıyor ama her iki taraf da kendi siyasal çekişmesini kadını nesneleştirerek yapıyor. Kadını temeline oturttuğu, özne olarak koyduğu bir durum söz konusu değil. Orada, senin yazında değindiğin bir şey. Onun aslında yöntem olarak doğru bir şey. En nihayetinde bu özel alandaki patriatral denetimi karşısına almayan hiçbir hareket kadının özgürleşmesini savunmuyordur. Bu kriteri tartışalım.

Ama tam şöyle bulmuyorum açıkçası, yani kadınların türban için mücadele etmesi, kamusal alana çıkarken örtünmesi mücadelesi kadın kurtuluş hareketinin bir parçası değildir. Ama ikisinin ayrı olduğunu düşünüyorum. Kadınların örtünerek kamusal alana çıkması bir hak mücadelesidir ve yerli yerinde bir mücadeledir. Kadınları örtündükleri için kamusal alandan dışlamakla onu da aynı kefeye koymuyorum. Ben kadınları kamusal alandan dışlamanın her koşulda sorun olduğunu düşünüyorum.

Bu anlamıyla özel alanda yani ailede kadınların konumunu değiştirmeyecek hiçbir politik yönelimin kadın kurtuluş mücadelesinin parçası olabileceğine inanmıyorum. Ancak özel alandaki dönüşümlerin de kadınların kamusal alandaki kazanımlarından bağımsızlaştırılabilmesinin mümkün olmadığı kesin.

Teşekkür ederim

Kim bozacak bu tezgahı? - Aktüel Gündem

  27 Mayıs 2009 -  

Siyasal atmosferdeki hareketlilik, temposunu düşürmeden devam ediyor. Türkiye siyasetindeki hareketliliğin sürekliliği bir dizi (neredeyse doğallaşan) dinamikten kaynaklanmaktadır. Öncelikleri sürekli değişiyor olsa da, bunları başta Kürt sorunu olmak üzere ekonomik kriz, laiklik-gericilik, emperyalizm, egemenlerin yönetme krizi ve emek hareketi olarak sıralayabiliriz. Siyasetteki bu dinamiklerin hangisi iktidar açısından yönetilmesi zor bir hal alırsa diğerlerinin veya başka tali unsurların öne çıkartılarak gündemin değiştirilmeye çalışması da Özal’ın başlattığı bir gelenek oldu. Böylece her sorunun gerçek boyutları gözden kaçırılabiliyor ve çözüm üretilmeden geçiştirilebiliyor ya da sonuçları halka fatura edilerek atlatılabiliyor/ertelenebiliyor.

AKP, bu taktiğin en önemli aracını Ergenekon Davası’yla elde etmiş durumda. Ancak fazla kullanılan aracın yıpranması ve operasyonun gerçekten kontrgerillayı tasfiye operasyonu değil de AKP iktidarını tehdit eden unsurlarını temizleyerek kontrgerillayı reorganize etme operasyonu olduğunun iyice açığa çıkması, bu aracın işlevini sınırlıyor. Her olur olmaz muhalifi bu kapsama sokma taktiği, operasyonun gerçek hedeflerini de riske ediyor. Bu nedenle zaman zaman başka dinamiklere ve araçlara ihtiyaç duyuluyor. Her ne kadar sermayeden beslemeli solcu eskisi kimi kesimler için AKP’nin hiçbir girişimi meşruiyet sorunu taşımasa da halk her zaman zokayı yutmuyor.

Operasyonun en büyük gaflarından birisi Türkan Saylan’ın hedef alınmasıydı. Saylan’ın, operasyonun hemen ardından gelen ölümü, cenazesini AKP’ye karşı laik tepkilerin buluşma noktası haline getirdi. Bu cenaze bir taraftan da laik kitle içindeki darbeci eğilimlerin hızla eriyip zayıfladığını gösterdi. Gerici basının cenaze karşısındaki akıldışı hezeyanları ve maçta bir anma pankartının açılmasının bile polis tarafından engellemesi, cüzzamlılara ve yoksul öğrencilere karşılıksız insani yardımı hayata geçiren Saylan’ın, diyeti ödetilen yardım zihniyetindeki gerici-tarikatçı çevreler tarafından ciddi bir rakip ve tehdit olarak algılandığının göstergesidir. Gericilerin ve liberallerin ‘demokrasi’ anlayışından epeyce etkilenen orta sınıf solcularının da bu koroya katılması ve Türkan Saylan’ı “cüzzamlı” gibi görmesi işin bir başka trajik yönünü oluşturuyor. Devrimci olmadığını ancak hayatını mağdur ve yoksul halka adadığını bildiğimiz, darbecilikle de arasına net bir çizgi çeken ilerici bir aydını AKP’ye düşmanlığı nedeniyle faşist ilan etmek sosyalist akılla bağdaşmasa gerektir.

Ekonomik krizin en etkili olduğu dönemde seçim yenilgisinin de hesabını sormak üzere DTP’ye saldırı başlatan AKP, diğer yandan da “Kürt Sorununda” yeni açılımlar havası yaratarak dikkatleri başka yöne çekiyor. İktidardan ve DTP’den “çözüm için fırsatların kaçırılmaması” vurguları öne çıkmakta. Ama 2009 yılının fırsatlarının ne olduğunu henüz kimse açıklamış değil. Bu süreç aynı zamanda Kürt çocuklarına 20 yılın üzerinde hapis cezaları verilerek ve DTP’li milletvekillerin dokunulmazlıklarını hiçe sayan girişimler eşliğinde işletiliyor. Burada yapılan, DTP’lilerin dokunulmazlıklarının kaldırılmasının politik yükünün altına girmekten kaçan ‘demokrat’ AKP’nin anayasayı zorlayarak ‘pis’ işi yargının üzerine yıkmasıdır. Meclis Başkanı tam DTP’lileri kriz çıkartmakla suçlarken kötü haber Sincan’dan geldi: Cumhurbaşkanı Gül’ün kayıp trilyon davasından zimmet suçundan yargılanabileceği kararı mahkemeden çıkıyordu. Şimdi Cumhurbaşkanı seçilmeden önce işlediği, daha önce Erbakan’ın ceza aldığı suçtan Gül’ün ifadeye çağrılması, başka bir ‘anayasa yorumundan’ dolayı gündemdeydi. Tüm etkili ve yetkili adamları hakkında çok sayıda zimmet, dolandırıcılık gibi akçalı suçlardan dokunulmazlıkla yargılanmaktan kurtulan Abdullah Gül, bakanlığı döneminde de kişisel harcamalarını devlet kasasına ödeterek devleti zarara uğrattığından söz konusu para haciz yoluyla kendisinden tahsil edilmişti. DTP’ye aslan kesilen AKP’liler ise sıra kendilerine gelince mağdur rolüne soyundular: Aradaki fark; DTP’lilerin suçu düşünceden, diğerlerininki zimmete para geçirmekten.

***
Ortadoğu’da ise yeni bir şey yok. İsrail’in tüm bastırmalarına rağmen, İran’la krizin yılsonuna kadar ertelenmesi ABD’nin Ortadoğu’da istikrarsızlığı tırmandırmak istemediğini, gözünün Güney Asya’da olduğunu gösteriyor. Bu politikada bir değişiklik olmadıkça güneyde bu yıl radikal değişiklikler beklenmemeli demektir. Dolayısıyla Kürt Sorunu’nda da malum kısır döngünün tekrarlanmasının ötesinde bir gelişme görünmüyor. Karşılıklı taktikler, bu duruma göre vaziyeti idare etmeye yönelik dengeler üzerinden belirleneceğe benziyor.

Sınırdaki tek önemli gelişme Suriye sınırındaki mayınlı arazilerin nasıl temizleneceğine dair gelişmeler oldu. AKP, bu toprakları İsrail şirketlerine peşkeş çekmek çabasını zorlansa da sürdürüyor. Suriye ile İsrail arasındaki ‘savaş durumu’ gözönüne alındığında, Türkiye aracılığıyla İsrail’in Suriye’ye 500 km’lik bir sınır komşusu haline getirilmesi ciddi gerilimler yaratma potansiyeline sahiptir. Bu ısrarın Suriye’nin topraklarında Rusya’ya askeri üs kurduracağını bir süre önce açıklamış olmasıyla ilgili olup olmadığı da başka bir merak konusu. Bu ısrarlı çabanın İsrail’e verilmiş birtakım taahütlerle bağlantılı olduğu açık ki, R.Tayyip Erdoğan’ı “hidayete erdiriyor”. Hatta işi daha ileriye götürüp “Farklı etnik kimlikten olanlar ülkemizden kovuldu. Bu aslında bir faşizan yaklaşımdı” diyerek, tavrının antisemitizmin güçlü olduğu AKP tabanında Yahudilere sıcaklık olarak algılanmaması telaşına düştü. Oysa daha altı ay önce “Bugün eğer Ege’de Rumlar devam etseydi ve Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün milli devlet olamazdı” (11 Kasım 2008) diyen, yeni kabinede de tuttuğu Savunma Bakanı Vecdi Gönül idi.

Geçtiğimiz günlerde “hidayete eren” bir diğer isim ise Bülent Arınç idi. RTÜK’ten de sorumlu Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Deniz Feneri yolsuzluğu sanığı RTÜK Başkanı Zahid Akman’ı istifaya davet ettiğini, onun da Temmuz’da görevden ayrılacağını duyurdu. AKP’nin ‘en dürüstü’ rolüyle, başta sermayeden beslemeli solcu eskilerininki olmak üzere kalpleri fethetti. Meğer Z. Akman’ın Başkanlık görevi Temmuz’da bitiyormuş zaten ve başkanlıktan ayrılacak olsa da RTÜK üyeliğine devam edecekmiş. Bunlar öyle bir “yol” bulmuşlar ki meğer “beraber yürüdük biz bu yollarda” şarkısının alamet-i farikası buymuş da biz yanlış anlamışız.

***
Geçtiğimiz günlerde, nihayet krize karşı da çözüm bulundu. TOBB’un başını çektiği ve Hak-İş, Türk-İş, TESK, TİSK, Kamu-Sen, TİM, TÜSİAD, MÜSİAD’ın ortak yürüteceği bir kampanya başlatıldı. “Dini belirsiz” ve “Müslüman” sermayenin yedeğine işbirlikçi sendikaları da alıp “Kriz varsa çare de var” diyerek önerdikleri reçete tam bir ikiyüzlülük göstergesi: Milli gelirin yüzde 70’ini hane halkı harcamaları oluşturuyor o zaman haydi harcayalım! Hazırladıkları afişin sloganı da “eve kapanma pazara çık”. Açıklamanın ajitasyon bölümünde “Zaman kendine güven ve cesaretle harekete geçme zamanıdır. Zaman aklımızı, umutlarımızı, coşkularımızı ortaklaştırma zamanıdır. Zaman önce kendimize sonra birbirimize güvenme zamanıdır” çağrısı yapılıyor.1 Bunca laf bir ayaklanma çağrısı için değil, para harcama çağrısı için yapılıyor. Harcayacak parası olanlara sözümüz yok da bu Türk-İş, Hak-İş adlı “işçi sendikaları”na, Kamu-Sen adlı “kamu çalışanları sendikası”na ne oluyor? İşçiler hangi paraları harcayacak? Alamadıkları maaşlarını mı, kriz bahanesiyle düşürülen maaşlarını mı harcayacaklar. Yoksa işsizler yastık altlarında sakladıkları paraları mı harcayacaklar? Yoksa bunlar herkesin düğünden gelen altınları mı var zannediyor?

İşçilerin bu saçma kampanyaya istese de katılamayacağını sarı sendikacılar bilmiyor olabilirler diyelim ama sermayedarların bilmediklerine inanamayız. O zaman neyin hesabındalar, gerçekte ne planlıyorlar? Birincisi halkı aldatmak olduğu kesin: “Kriz hepimizin krizi, bir sorumlusu yok, işvereni işçi sendikası hep beraber çare arıyoruz, sakın sosyal hareketlere kalkışmayın”. İkincisi bu kampanyaya rağmen para harcamak istemeyen “bozgunculara” karşı önlem almayı planlıyor olabilirler. Eğitim ve sağlık gibi alanlarda ek harcamalar yaratmanın yanı sıra çalışanlara ücretlerinin bir kısmının kısa vadeli harcama çeki olarak verilmesi kazığını planlıyor olabilirler. Bu kampanyadan anlamamız gereken üçüncü şey ise sermayeye vergi affı, ucuz işçi sağlama, kamuya olan borçları yapılandırma ve yeni teşvikler gibi kıyakların geleceğidir. Ve halka karşı planlanan bu saldırılara emek örgütlerince hemen itiraz edilmelidir. Yani sosyal hareketlere kalkışmalıyız, eğitim, sağlık gibi temel yaşamsal ihtiyaçların parasızlaşmasını istemeliyiz, sermayenin kar hırsıyla daha fazla göz koyacağı barınma hakkımıza sahip çıkmalı, ücretsiz izin, kısa çalışma, düşük ücret tezgahlarına itiraz etmeliyiz.

Sermaye “köpeksiz köyde değneksiz gezme” misali akıl almaz talepleri bundan sonra da art arda sıralamaya devam edeceğe benziyor. Kıdem tazminatlarının kaldırılmasına Hak-İş çoktan razı, Türk-İş ise böylesi zihni sinir projeleriyle “ikna” edilecek gibi.

Peki bu köy neden köpeksiz?!

Sermayeyle işbirliği yapmayan, onların dümen suyuna girip işçi sınıfını, halkı satmayan ilerici emek örgütleri yok mu? DİSK, KESK, TTB, TMMOB ve halktan yana örgütler neredeler? 1 Mayıs’ta gösterdikleri kararlı tutumu bugün niye göstermezler? Biliyoruz KESK, 20 Haziran’da Ankara’da bir bölge eylemi yapacak; Eğitim-Sen, Haziran başında dört koldan Ankara’ya yürüyecek ama bunlar çok yetersiz ve krize karşı halkın geniş kesimlerinin tepkilerini arkasına alma kaygısı gütmeyen bir programa sahip. Arkalarındaki koca devlet aygıtıyla yetinmeyen sermayedarların örgütleri TOBB, TİM, TİSK, TÜSİAD, MÜSİAD biraraya geliyor; yetmiyor meşruiyet için TESK, Hak-İş, Türk-İş, Kamu-Sen’i de yanlarına almayı akıl ediyorlar da ‘bizimkiler’ neden akıl edemiyorlar? Neden hemen bir araya gelmiyorlar, ne alıp veremedikleri var? Şu bilinmelidir ki bu atalet ve dağınıklık sürdükçe 1 Mayıs’tan bugüne bir şey kaldığını söyleyemeyiz, o emek heba edilmiş olur. O güçbirliğinin, kitleselliğin, kararlılığın sermayenin ve işbirlikçilerinin karşısına dikilmesi ilerici emek örgütlerinin niteliklerinin zorunlu bir gereğidir.

Kriz, sendikacılar farkında olmamış gibi davransa da emekçilere bir gerçeği daha çıplak olarak gösterdi: “Bu düzende iş yok!” Yani emeğiniz beş para etmez diyorlar. İş isteyene iş vermeyenlerin, iş verse de üç kuruşa talim ettirenlerin düzeni, halkın cebindeki parayı da eğitime katkı, sağlığa katılım, ilaca katılım, yeşil karta katılım, ulaşıma, elektriğe, ısınmaya, KDV’ye para diyerek son kuruşu da geri alıyor. Bu yüzden işsizliğe karşı tepkilerin örgütlenmesinin önemli bir ayağı iş talebi iken, bir o kadar önemli ayağı da halkın yaşam güvencelerinin sağlanmasıdır. Herkese güvenceli bir iş talebi, insan onuruna yaraşır bir hayat için temel yaşamsal ihtiyaçların parasız olması talebiyle birleştirilmelidir. Bu, insanca yaşamın paranın tahakkümünden kurtarılması mücadelesidir.

Kriz yıkıyor. Sermaye için ‘finansal kriz’ olan halk için işsizlik, geçim, yokluk, ekmek, açlık, cinnet, kalp krizine dönüşüyor. Ancak halkın bu sorunları yaşayan çeşitli kesimleri arasında bir kader ortaklığı kurulamıyor.2 Ücretsiz izne çıkartılan, ücreti düşürülen, ücreti ödenmeyen, işten atılan işçilerin; evine yeterli gıda girmeyen insanların, eğitimini sürdürmekte zorlanan öğrencilerin, sağlık hizmeti alamayan insanların, evi başına yıkılan insanların, kredi kartı borçlularının, köylülerin, esnafın kendi içinde veya topluca harekete geçme bilinçlerinin-duygularının henüz gelişkin olmadığı bir dönemden geçiyoruz; yani tepkilere henüz sınıf hareketi özelliği kazandırılamadığı bir dönemdeyiz. Bu dönemde yapmamız gereken her bir kesimi, hatta her bir sorunu parça parça örgütleyip diğerleriyle birleştirme çabalarını yaygınlaştırmak olmalıdır. Ancak bu yolla yeni bir halk hareketinin fitili ateşlenebilir. Bu da devrimcilerin görevidir!

Dipnotlar:
1 - Dini imanı ve tek kültürel birikimi para olan bu zevat, Aşık Daimi’nin 12 Eylül’de cunta tarafından dağda öldürülen devrimci oğlu Kazım için bestelediği türkünün “bu da gelir bu da geçer” dizesinin sözlerini, kime ait olduğunu bilmeden bu kampanyada kullanmış.
2 - Kader ortaklığı hareketini andıran tepkileri 2001 krizi sonrasında Ankara’da başlayıp tüm ülkeye yayılan ‘esnaf eylemleri’nde görmüştük.

Kim bozacak bu tezgahı? - Aktüel Gündem

  27 Mayıs 2009 -  

Siyasal atmosferdeki hareketlilik, temposunu düşürmeden devam ediyor. Türkiye siyasetindeki hareketliliğin sürekliliği bir dizi (neredeyse doğallaşan) dinamikten kaynaklanmaktadır. Öncelikleri sürekli değişiyor olsa da, bunları başta Kürt sorunu olmak üzere ekonomik kriz, laiklik-gericilik, emperyalizm, egemenlerin yönetme krizi ve emek hareketi olarak sıralayabiliriz. Siyasetteki bu dinamiklerin hangisi iktidar açısından yönetilmesi zor bir hal alırsa diğerlerinin veya başka tali unsurların öne çıkartılarak gündemin değiştirilmeye çalışması da Özal’ın başlattığı bir gelenek oldu. Böylece her sorunun gerçek boyutları gözden kaçırılabiliyor ve çözüm üretilmeden geçiştirilebiliyor ya da sonuçları halka fatura edilerek atlatılabiliyor/ertelenebiliyor.

AKP, bu taktiğin en önemli aracını Ergenekon Davası’yla elde etmiş durumda. Ancak fazla kullanılan aracın yıpranması ve operasyonun gerçekten kontrgerillayı tasfiye operasyonu değil de AKP iktidarını tehdit eden unsurlarını temizleyerek kontrgerillayı reorganize etme operasyonu olduğunun iyice açığa çıkması, bu aracın işlevini sınırlıyor. Her olur olmaz muhalifi bu kapsama sokma taktiği, operasyonun gerçek hedeflerini de riske ediyor. Bu nedenle zaman zaman başka dinamiklere ve araçlara ihtiyaç duyuluyor. Her ne kadar sermayeden beslemeli solcu eskisi kimi kesimler için AKP’nin hiçbir girişimi meşruiyet sorunu taşımasa da halk her zaman zokayı yutmuyor.

Operasyonun en büyük gaflarından birisi Türkan Saylan’ın hedef alınmasıydı. Saylan’ın, operasyonun hemen ardından gelen ölümü, cenazesini AKP’ye karşı laik tepkilerin buluşma noktası haline getirdi. Bu cenaze bir taraftan da laik kitle içindeki darbeci eğilimlerin hızla eriyip zayıfladığını gösterdi. Gerici basının cenaze karşısındaki akıldışı hezeyanları ve maçta bir anma pankartının açılmasının bile polis tarafından engellemesi, cüzzamlılara ve yoksul öğrencilere karşılıksız insani yardımı hayata geçiren Saylan’ın, diyeti ödetilen yardım zihniyetindeki gerici-tarikatçı çevreler tarafından ciddi bir rakip ve tehdit olarak algılandığının göstergesidir. Gericilerin ve liberallerin ‘demokrasi’ anlayışından epeyce etkilenen orta sınıf solcularının da bu koroya katılması ve Türkan Saylan’ı “cüzzamlı” gibi görmesi işin bir başka trajik yönünü oluşturuyor. Devrimci olmadığını ancak hayatını mağdur ve yoksul halka adadığını bildiğimiz, darbecilikle de arasına net bir çizgi çeken ilerici bir aydını AKP’ye düşmanlığı nedeniyle faşist ilan etmek sosyalist akılla bağdaşmasa gerektir.

Ekonomik krizin en etkili olduğu dönemde seçim yenilgisinin de hesabını sormak üzere DTP’ye saldırı başlatan AKP, diğer yandan da “Kürt Sorununda” yeni açılımlar havası yaratarak dikkatleri başka yöne çekiyor. İktidardan ve DTP’den “çözüm için fırsatların kaçırılmaması” vurguları öne çıkmakta. Ama 2009 yılının fırsatlarının ne olduğunu henüz kimse açıklamış değil. Bu süreç aynı zamanda Kürt çocuklarına 20 yılın üzerinde hapis cezaları verilerek ve DTP’li milletvekillerin dokunulmazlıklarını hiçe sayan girişimler eşliğinde işletiliyor. Burada yapılan, DTP’lilerin dokunulmazlıklarının kaldırılmasının politik yükünün altına girmekten kaçan ‘demokrat’ AKP’nin anayasayı zorlayarak ‘pis’ işi yargının üzerine yıkmasıdır. Meclis Başkanı tam DTP’lileri kriz çıkartmakla suçlarken kötü haber Sincan’dan geldi: Cumhurbaşkanı Gül’ün kayıp trilyon davasından zimmet suçundan yargılanabileceği kararı mahkemeden çıkıyordu. Şimdi Cumhurbaşkanı seçilmeden önce işlediği, daha önce Erbakan’ın ceza aldığı suçtan Gül’ün ifadeye çağrılması, başka bir ‘anayasa yorumundan’ dolayı gündemdeydi. Tüm etkili ve yetkili adamları hakkında çok sayıda zimmet, dolandırıcılık gibi akçalı suçlardan dokunulmazlıkla yargılanmaktan kurtulan Abdullah Gül, bakanlığı döneminde de kişisel harcamalarını devlet kasasına ödeterek devleti zarara uğrattığından söz konusu para haciz yoluyla kendisinden tahsil edilmişti. DTP’ye aslan kesilen AKP’liler ise sıra kendilerine gelince mağdur rolüne soyundular: Aradaki fark; DTP’lilerin suçu düşünceden, diğerlerininki zimmete para geçirmekten.

***
Ortadoğu’da ise yeni bir şey yok. İsrail’in tüm bastırmalarına rağmen, İran’la krizin yılsonuna kadar ertelenmesi ABD’nin Ortadoğu’da istikrarsızlığı tırmandırmak istemediğini, gözünün Güney Asya’da olduğunu gösteriyor. Bu politikada bir değişiklik olmadıkça güneyde bu yıl radikal değişiklikler beklenmemeli demektir. Dolayısıyla Kürt Sorunu’nda da malum kısır döngünün tekrarlanmasının ötesinde bir gelişme görünmüyor. Karşılıklı taktikler, bu duruma göre vaziyeti idare etmeye yönelik dengeler üzerinden belirleneceğe benziyor.

Sınırdaki tek önemli gelişme Suriye sınırındaki mayınlı arazilerin nasıl temizleneceğine dair gelişmeler oldu. AKP, bu toprakları İsrail şirketlerine peşkeş çekmek çabasını zorlansa da sürdürüyor. Suriye ile İsrail arasındaki ‘savaş durumu’ gözönüne alındığında, Türkiye aracılığıyla İsrail’in Suriye’ye 500 km’lik bir sınır komşusu haline getirilmesi ciddi gerilimler yaratma potansiyeline sahiptir. Bu ısrarın Suriye’nin topraklarında Rusya’ya askeri üs kurduracağını bir süre önce açıklamış olmasıyla ilgili olup olmadığı da başka bir merak konusu. Bu ısrarlı çabanın İsrail’e verilmiş birtakım taahütlerle bağlantılı olduğu açık ki, R.Tayyip Erdoğan’ı “hidayete erdiriyor”. Hatta işi daha ileriye götürüp “Farklı etnik kimlikten olanlar ülkemizden kovuldu. Bu aslında bir faşizan yaklaşımdı” diyerek, tavrının antisemitizmin güçlü olduğu AKP tabanında Yahudilere sıcaklık olarak algılanmaması telaşına düştü. Oysa daha altı ay önce “Bugün eğer Ege’de Rumlar devam etseydi ve Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün milli devlet olamazdı” (11 Kasım 2008) diyen, yeni kabinede de tuttuğu Savunma Bakanı Vecdi Gönül idi.

Geçtiğimiz günlerde “hidayete eren” bir diğer isim ise Bülent Arınç idi. RTÜK’ten de sorumlu Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Deniz Feneri yolsuzluğu sanığı RTÜK Başkanı Zahid Akman’ı istifaya davet ettiğini, onun da Temmuz’da görevden ayrılacağını duyurdu. AKP’nin ‘en dürüstü’ rolüyle, başta sermayeden beslemeli solcu eskilerininki olmak üzere kalpleri fethetti. Meğer Z. Akman’ın Başkanlık görevi Temmuz’da bitiyormuş zaten ve başkanlıktan ayrılacak olsa da RTÜK üyeliğine devam edecekmiş. Bunlar öyle bir “yol” bulmuşlar ki meğer “beraber yürüdük biz bu yollarda” şarkısının alamet-i farikası buymuş da biz yanlış anlamışız.

***
Geçtiğimiz günlerde, nihayet krize karşı da çözüm bulundu. TOBB’un başını çektiği ve Hak-İş, Türk-İş, TESK, TİSK, Kamu-Sen, TİM, TÜSİAD, MÜSİAD’ın ortak yürüteceği bir kampanya başlatıldı. “Dini belirsiz” ve “Müslüman” sermayenin yedeğine işbirlikçi sendikaları da alıp “Kriz varsa çare de var” diyerek önerdikleri reçete tam bir ikiyüzlülük göstergesi: Milli gelirin yüzde 70’ini hane halkı harcamaları oluşturuyor o zaman haydi harcayalım! Hazırladıkları afişin sloganı da “eve kapanma pazara çık”. Açıklamanın ajitasyon bölümünde “Zaman kendine güven ve cesaretle harekete geçme zamanıdır. Zaman aklımızı, umutlarımızı, coşkularımızı ortaklaştırma zamanıdır. Zaman önce kendimize sonra birbirimize güvenme zamanıdır” çağrısı yapılıyor.1 Bunca laf bir ayaklanma çağrısı için değil, para harcama çağrısı için yapılıyor. Harcayacak parası olanlara sözümüz yok da bu Türk-İş, Hak-İş adlı “işçi sendikaları”na, Kamu-Sen adlı “kamu çalışanları sendikası”na ne oluyor? İşçiler hangi paraları harcayacak? Alamadıkları maaşlarını mı, kriz bahanesiyle düşürülen maaşlarını mı harcayacaklar. Yoksa işsizler yastık altlarında sakladıkları paraları mı harcayacaklar? Yoksa bunlar herkesin düğünden gelen altınları mı var zannediyor?

İşçilerin bu saçma kampanyaya istese de katılamayacağını sarı sendikacılar bilmiyor olabilirler diyelim ama sermayedarların bilmediklerine inanamayız. O zaman neyin hesabındalar, gerçekte ne planlıyorlar? Birincisi halkı aldatmak olduğu kesin: “Kriz hepimizin krizi, bir sorumlusu yok, işvereni işçi sendikası hep beraber çare arıyoruz, sakın sosyal hareketlere kalkışmayın”. İkincisi bu kampanyaya rağmen para harcamak istemeyen “bozgunculara” karşı önlem almayı planlıyor olabilirler. Eğitim ve sağlık gibi alanlarda ek harcamalar yaratmanın yanı sıra çalışanlara ücretlerinin bir kısmının kısa vadeli harcama çeki olarak verilmesi kazığını planlıyor olabilirler. Bu kampanyadan anlamamız gereken üçüncü şey ise sermayeye vergi affı, ucuz işçi sağlama, kamuya olan borçları yapılandırma ve yeni teşvikler gibi kıyakların geleceğidir. Ve halka karşı planlanan bu saldırılara emek örgütlerince hemen itiraz edilmelidir. Yani sosyal hareketlere kalkışmalıyız, eğitim, sağlık gibi temel yaşamsal ihtiyaçların parasızlaşmasını istemeliyiz, sermayenin kar hırsıyla daha fazla göz koyacağı barınma hakkımıza sahip çıkmalı, ücretsiz izin, kısa çalışma, düşük ücret tezgahlarına itiraz etmeliyiz.

Sermaye “köpeksiz köyde değneksiz gezme” misali akıl almaz talepleri bundan sonra da art arda sıralamaya devam edeceğe benziyor. Kıdem tazminatlarının kaldırılmasına Hak-İş çoktan razı, Türk-İş ise böylesi zihni sinir projeleriyle “ikna” edilecek gibi.

Peki bu köy neden köpeksiz?!

Sermayeyle işbirliği yapmayan, onların dümen suyuna girip işçi sınıfını, halkı satmayan ilerici emek örgütleri yok mu? DİSK, KESK, TTB, TMMOB ve halktan yana örgütler neredeler? 1 Mayıs’ta gösterdikleri kararlı tutumu bugün niye göstermezler? Biliyoruz KESK, 20 Haziran’da Ankara’da bir bölge eylemi yapacak; Eğitim-Sen, Haziran başında dört koldan Ankara’ya yürüyecek ama bunlar çok yetersiz ve krize karşı halkın geniş kesimlerinin tepkilerini arkasına alma kaygısı gütmeyen bir programa sahip. Arkalarındaki koca devlet aygıtıyla yetinmeyen sermayedarların örgütleri TOBB, TİM, TİSK, TÜSİAD, MÜSİAD biraraya geliyor; yetmiyor meşruiyet için TESK, Hak-İş, Türk-İş, Kamu-Sen’i de yanlarına almayı akıl ediyorlar da ‘bizimkiler’ neden akıl edemiyorlar? Neden hemen bir araya gelmiyorlar, ne alıp veremedikleri var? Şu bilinmelidir ki bu atalet ve dağınıklık sürdükçe 1 Mayıs’tan bugüne bir şey kaldığını söyleyemeyiz, o emek heba edilmiş olur. O güçbirliğinin, kitleselliğin, kararlılığın sermayenin ve işbirlikçilerinin karşısına dikilmesi ilerici emek örgütlerinin niteliklerinin zorunlu bir gereğidir.

Kriz, sendikacılar farkında olmamış gibi davransa da emekçilere bir gerçeği daha çıplak olarak gösterdi: “Bu düzende iş yok!” Yani emeğiniz beş para etmez diyorlar. İş isteyene iş vermeyenlerin, iş verse de üç kuruşa talim ettirenlerin düzeni, halkın cebindeki parayı da eğitime katkı, sağlığa katılım, ilaca katılım, yeşil karta katılım, ulaşıma, elektriğe, ısınmaya, KDV’ye para diyerek son kuruşu da geri alıyor. Bu yüzden işsizliğe karşı tepkilerin örgütlenmesinin önemli bir ayağı iş talebi iken, bir o kadar önemli ayağı da halkın yaşam güvencelerinin sağlanmasıdır. Herkese güvenceli bir iş talebi, insan onuruna yaraşır bir hayat için temel yaşamsal ihtiyaçların parasız olması talebiyle birleştirilmelidir. Bu, insanca yaşamın paranın tahakkümünden kurtarılması mücadelesidir.

Kriz yıkıyor. Sermaye için ‘finansal kriz’ olan halk için işsizlik, geçim, yokluk, ekmek, açlık, cinnet, kalp krizine dönüşüyor. Ancak halkın bu sorunları yaşayan çeşitli kesimleri arasında bir kader ortaklığı kurulamıyor.2 Ücretsiz izne çıkartılan, ücreti düşürülen, ücreti ödenmeyen, işten atılan işçilerin; evine yeterli gıda girmeyen insanların, eğitimini sürdürmekte zorlanan öğrencilerin, sağlık hizmeti alamayan insanların, evi başına yıkılan insanların, kredi kartı borçlularının, köylülerin, esnafın kendi içinde veya topluca harekete geçme bilinçlerinin-duygularının henüz gelişkin olmadığı bir dönemden geçiyoruz; yani tepkilere henüz sınıf hareketi özelliği kazandırılamadığı bir dönemdeyiz. Bu dönemde yapmamız gereken her bir kesimi, hatta her bir sorunu parça parça örgütleyip diğerleriyle birleştirme çabalarını yaygınlaştırmak olmalıdır. Ancak bu yolla yeni bir halk hareketinin fitili ateşlenebilir. Bu da devrimcilerin görevidir!

Dipnotlar:
1 - Dini imanı ve tek kültürel birikimi para olan bu zevat, Aşık Daimi’nin 12 Eylül’de cunta tarafından dağda öldürülen devrimci oğlu Kazım için bestelediği türkünün “bu da gelir bu da geçer” dizesinin sözlerini, kime ait olduğunu bilmeden bu kampanyada kullanmış.
2 - Kader ortaklığı hareketini andıran tepkileri 2001 krizi sonrasında Ankara’da başlayıp tüm ülkeye yayılan ‘esnaf eylemleri’nde görmüştük.

 
   


BAKANLIKLAR RESMİ KURUMLAR
HUKUK VE MEVZUAT ASKERİ LİNKLER
DERGİLER
TELEVİZYONLAR
AJANSLAR
ULUSAL GAZETELER
İNTERNET HABER PORTALLARI
ÇEŞİTLİ

101 FAYDALI LİNK

Dünyamız

Sağlık

 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol