ÇAGDAŞ HEMŞİRELER DERNEGİ NE HOS GELDINIZ
   
  ÇAĞDAŞ HEMŞİRELER DERNEĞİ
  Kriz karşısında hak mücadelelerini yaygınlaştırmalı
 

Kriz karşısında hak mücadelelerini yaygınlaştırmalı ve bütünleştirmeliyiz – Aktüel Gündem

  17 Mayıs 2009 -  

Yoksulluk büyüyor ve derinleşiyor. İşsiz kalanların işsiz kalmanın sorumluluğunu sadece küresel krizin dışsal etkilerinde araması, ücreti düşenlerin işsiz kalmadıkları için haline şükretmesi adına olağanüstü bir çaba sarfediliyor.

Dincisiyle, laikiyle tüm sermaye grupları, TÜSİAD’ı, MÜSİAD’ı; Türk-İş ve Hak-iş gibi sendikalar, esnaf odaları bir araya gelerek ya da getirilerek krize karşı reçeteler yayınlanıyor. Başka bir kanalda ama aynı yolda DİSK’e bağlı Tekstil sendikası var. Söyledikleri ise çok açık: Krize karşı işçi işveren bir araya gelelim, ve “üretimin sürmesi” için sermayeye daha fazla kıyak isteyelim, bu da ülkeyi krize karşı korur. Yani, “sermayeye teşvikler verilsin, bütçeden kaynak aktarılsın, çalışma koşulları daha da esnekleştirilsin. Üretim artacaksa işçi ücretleri de gerilesin.” Bu ihanet çemberini kıracak, işsiz kalan yüz binlerin, ücreti düşen milyonların yoksulların haklı tepkisini siyasallaştıracak bir halk tepkisine ihtiyacımız var. Sınıf bilincinin günlük hak taleplerinin içinde yeniden büyütüldüğü bir kavgaya ihtiyacımız var.

1 Mayıs bu kavganın hangi temel üzerinden ve nasıl bir ideolojik politik tartışmaya dayanacağını bir kez daha gösterdi. 1 Mayıs gününün sona ermesiyle birlikte egemenler de demokrasi güçleri de “rahat” bir nefes aldı. Sendika temsilcileri her şeye rağmen başarının getirdiği erince kavuşurken, sol güçler “iç ve dış” hesaplaşmalarına yöneldi (Bu tartışmaları en azından burada daha fazla uzatmayacağız ancak önümüzdeki yılın 1 Mayıs siyasetinde etkin olmayı amaçlayanlar bu yıl için aldıkları notları, arşivlerinde kaybolmayacak bir yere koysunlar, ihtiyaçları olacak).

AKP ise 1 Mayıs öncesinde ve 1 Mayıs günü izlediği havuç-sopa taktiğiyle, bir önceki yıla göre başarılı olmuştur. (Hatırlanacak olursa; Erdoğan, bu yıl “ayaklar baş, başlar ayak olamaz” gibi saçmalıklara başvurmadı). Bu yıl da yine sopa rolü, Vali Güler’e ve Müdür Cerrah’a kaldı. Onlar da zaten bu rolden fazlasıyla memnunlar. Havuç olmak ise “evrime” inanmasalar da sürekli evrim geçiren Erdoğan ve partisine…Çok değil 4 Mayıs Pazartesi günü ise herkes, özellikle egemenler, kendi gündemine hızla dönüverdi.

-Hükümette koltuklar değişti: T. Erdoğan, biraz da 1 Mayıs gündemini değiştirmeyi amaçlayarak bu döneme denk getirdiği, yeni isimleri açıkladı. Koltuk değişimlerinin kuşkusuz tek bir amacı yok ama ana itkisinin yerel seçimlerde alınan başarısız sonuçlar olduğu açıkça görülüyor. AKP, bu değişimle; yıpranmış kadroları kırpmak, başarısız olduğunu düşündüklerine ceza keserek yeni ve hala görevde olan kadroları silkelemek, parti/hareket içindeki dengeleri gözeterek yeni bir düzlem oluşturmak gibi üç sonuca ulaşmayı hesaplamakta. Değişikler, AKP’li olmayanlar için hoşnut edici değil. Özellikle Bülent Arınç’ın kabineye girmesi, Sadullah Ergin’in Adalet Bakanı, Taner Yıldız’ın Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı olması gibi örnekler AKP hareketinin, özellikle Ergenekon davası ve Kafkasya enerji bölüşümü düşünülecek olursa, işi “şansa” bırakmama konusunda çok katı olduğunu gösteriyor. Nimet Çubukçu’nun devametmekte olan eğitimin dönüşümü sürecinin “hık deyicisi” olacağı, Ertuğrul Günay’ın konu mankenliğine devam edeceği ise aşikar. ABD’nin isteği ile Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olması ise hükümetin bu dönemki politikalarının eksenini belirgin bir biçimde “doğu”ya kaydıracağının açık göstergesi. Davutoğlu, özellikle Ortadoğu konusunda “yeni sorun” istemeyen ABD için uyumlu bir figür.

-Anayasa tartışmaları: Erdoğan ve AKP, iktidara gelmeden önceki ve iktidara geldikten sonraki yaklaşık 7 yıl boyunca dönem dönem alevlenen “yeni anayasa oluşturulması” tartışmalarını çok seviyor ve elbette liberaller de. Aslında bu gündem başlı başına Erdoğan’ın ve AKP’nin gerçek kimliklerini de göstermesi açısından önemli. Sadece bir örnek bile yeterli olabilir: Cumhurbaşkanlığının yetkileri. Abdullah Gül cumhurbaşkanı olmadan önce “yeni anayasa” gündeminin en önemli maddesi bu yetki konusuydu (ki zaten mantıklı olan da eğer bir yeni anayasa yapılacaksa en üst yetkilerden başlanmalıdır). Ancak bu gündem, Gül’ün seçilmesiyle birlikte ve tabii ki varolan yetkileri sonuna kadar kullanmasıyla tamamen ortadan kalktı. Bu yüzden AKP’den toplumun yeni dönem ihtiyaçlarını karşılayacak ilerici, katılımcı, demokratik, kökten değişiklikler içeren bir anayasa yapmasını beklemek safdillikdir. Olsa olsa Erdoğan’ın zaman zaman dediği gibi bazı maddelerde bazı değişikler beklenebilir, onun da kimin ihtiyaçlarına göre şekilleneceği zaten bellidir. Mücadele etmek ve mücadelenin bir yaptırımı olarak yasal değişikleri sağlamak yerine icazet içinde umut edenler yine hüsrana uğrayacak.

-Ekonomik kriz: Milyonlarca insanı doğrudan etkileyen bu kadar büyük çaplı bir kriz karşısında önce çaktırmamaya çalışan, sonra ise krize karşı 5 tane önlem paketi açıklayan AKP hükümeti, sermaye sınıfını bile hala memnun edebilmiş değil. En sonunda IMF ile anlaşmaya sözde “mecbur” kaldı ama bunu meşrulaştırmak için hala takla atıyor. Sermayenin eleştirdiği çok başlı ekonomi yönetimini, geleceği parlak çocuk Babacan’a bağladı ve o da sermayenin istediği 6. ve 7. paketleri hazırlamak için kolları sıvadı. Elbette bu paketlerden de yoksulların, işsizlerin ve ezilenlerin çıkarına herhangi bir şey çıkmayacak.

-Değişen bölge politikaları ve Kürt sorunu: Aslında Kürt sorununda, en azından kamuoyunun bilgisine sunulan, yeni hiçbir açılım, öneri olmamasına rağmen ilginç bir biçimde “büyük umutlar” oluşturulmaya başlandı. Abdullah Gül, “2009 Kürt sorununun çözümü için fırsat yılı olacak” diyor ama bu fırsat için somut bir şey önermiyor. Bilumum devlet görevlileri “konjonktür, çözüm için hiç bu kadar uygun olmamıştı” demekte ama konjonktürde ne değişti sorusunun yanıtı yok. Genelkurmay Başkanı, sorunun çözümü için yeni bir Türklük/Türkiyelilik tanımı yapıyor ama bu tanım ilköğretim okullarında okutulan sosyal bilgiler kitabında zaten var. Başbuğ, yeni yasal düzenlemeler bile önermiyor, varolan pişmanlık yasası daha iyi işletilsin diyor ama bu daha iyi nasıl işletilir kimse bilmiyor. Hasan Cemal Kuzey Irak'a gidiyor, Murat Karayılan'la konuşuyor ama edilen lafların hepsi zaten yıllar önce Öcalan tarafından edilenler. Buna rağmen Abdullah Gül ve Cemil Çiçek, Hasan Cemal’le görüşmek için sıraya giriyor. Hasan Cemal’i kıskanan Ertuğrul Özkök, “ben de İmralı’ya gidip, Öcalan’dan mesaj getirmek istiyorum” diye debeleniyor. Yeni dönem kurumlarından biri olarak “Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı” (Terörle Mücadele Müsteşarlığı) oluşturuluyor ama asıl işlevi “istihbarat örgütleri arasındaki uyumsuzluğu gidermek” olarak tanımlanıyor ancak gariptir, İçişleri Bakanlığına yani polis istihbaratına bağlanıyor. Üstelik daha önce kurulmuş ve Başbakanlığa (yani daha üst) bağlı Terörle Mücadele Yüksek Kurulu varken ve aralarında bir ilişki tanımlanmadan atılıyor bu adım. Daha önce oluşturulmuş ve başkanlığına emekli orgeneral Edip Başer’in getirildiği Terörle Mücadele Koordinatörlüğü’ne ne olduğunu kimse merak etmiyor.

Üstelik tüm bunlar konuşulurken bölgede inanılmaz bir vahşet sahneye kondu. Başrolünde de son rolünde de korucuların olduğu bir vahşet. İçlerinde üç hamile kadının ve çocukların da olduğu 44 insan katledildi. Vahşetin bu düzeye çıkmasının tek sorumlusu “koruculuk sistemi”dir. İçişleri Bakanlığı’nın 20 Mart 2009 tarihli açıklamasına göre; 22 ilde toplam 47 bin 819 Geçici Köy Korucusu ve 32 ilde 24 bin 88 Gönüllü Köy Korucusu olmak üzere toplam 71 bin 907 korucu görev yapıyor. Bu korucular 580 TL maaş alıyor ve devlet görevlilerinin tanımıyla “mücadelenin halk ayağını oluşturuyor”. Kürt sorununun siyasallaştığı döneme paralel olarak 80’lerin başlarında Özal’la başlayan kişisel çıkarın her şeyin önüne geçebildiği, kar ve rant için her türlü değerin ayaklar altına alınabildiği ve adına neoliberalizm denilen sistemle tanışıldı. Bunun Kürt illerinde nasıl bir boyut kazandığı son olayda bir kez daha açığa çıktı. Kirli savaşın verdiği öldürme özgüveni kişisel çıkarla birleşince, insanlık dışı bir katliamın en yakın akrabalara bile soğukkanlılıkla uygulanabileceği görüldü. Bir tarafta halkların kardeşliği şiarı yükseltilmeye çalışılırken, ne hazindir ki diğer taraftan Kürt halkının kendi içindeki kardeşliğe en büyük zararı veren bu koruculuk sistemidir. Ancak “2009’u fırsat yılı ilan eden” ve uygun konjonktürden söz edenler, böylesi bir “fırsat” karşısında yani koruculuk sistemini tartışmaya açmak ve bu sistemin onulmaz yaralarını bir nebzede olsa gidermeye çalışmak konusunda hiçbir adım atmamaktalar. Koruculuk sistemini ortadan kaldırmayı içermeyen bir çözüm, çözüm müdür?

AKP’nin Kürt sorunu karşısında gerçek bir çözümü yoktur ve olamaz da. Türkiye, Ortadoğu’da ve Kafkaslarda tamamen ABD politikalarına mahkum hale gelmiştir. Kürt sorununda tek farklı gelişme; geliri merkezi hükümete verilmek şartıyla Kuzey Irak petrolünün Türkiye üzerinden sevkiyatına 1 Haziran’dan itibaren başlanacak olmasıdır. Bu durum Kuzey Irak yönetiminin bağımsız dış politika oluşturma konusunda atılan en önemli adımlardan biri olmasının yanında bu adımların ilerletilmesi için güvenlik konusunun da ne kadar önemli bir yer tutacağını gösterecektir.

Obama’dan aldıkları “işaret” ile harekete geçen hükümet, Ortadoğu’da yeni duruma uyum sağlama çabalarının yanına Kafkaslarda “action” konumunu ekledi. Gürcistan’ın yalnızlığına çözüm bulmakta zorlanan ABD’nin yardımına koşmaya çalışan AKP, şimdilik her şeyi eline yüzüne bulaştırmışa benziyor. Ermenistan adımı, Azerbaycan’ı Moskava’ya daha da yakınlaştırmakla kalmadı, ucuz doğalgaz hayalini de engelledi. Abdullah Gül durumu, “ekonomik çıkarlar söz konusu olduğunda kardeşler arasında bile husumet olabiliyor” diye açıklıyor. Üstelik Babacan ve Gül sorunu çözmeye yetmemiş olacak ki Erdoğan da 12-13 Mayıs’ta Azerbaycan’a gitme kararı aldı. Yurtdışı trafiği bununla da sınırlı değil; Dışişleri Bakanı Davutoğlu ABD’ye gitti bile, ABD’ye gidecek başka bir isim ise Genelkurmay Başkanı Başbuğ.

Afganistan-Pakistan savaşı yüzbinlerce sivilin yerinden olduğu, binlercesinin hava bombardımanlarıyla katledildiği bir vahşet içinde Irak’ı bile aratacak bir batağa dönüşürken, Türkiye Afganistan’a bin 200 muharip asker daha yollama kararı aldı. İtalyan ve Fransız askerlerinin boşalttığı Kabil’de tek başına bekçiliğe soyunan Türkiye’nin Afganistan’daki muharip asker sayısı böylece 2 bine çıktı.
Sonuç olarak; AKP hükümetinin dışta ABD çıkarlarına içte ise yerli ve yabancı sermaye çıkarlarına tam uyumlu politikalarının sonu gelmeyecek. Bu durumu değiştirecek olan tek şey; sınıf mücadelesinin güncel biçimi olan “haklar mücadelesi”dir. Kitlesel, yaygın, militan ve sonuç alıcı hak mücadeleleri; egemenlerin uygulamaya çalıştıkları programları işlevsiz kılacağı gibi ezilenlerden, halktan yana bir iktidar yolunun açılmasını sağlayacaktır.

Özellikle ekonomik krizin en çıplak biçimde kendisini gösterdiği toplumsal kesimler içinde kamusal hakların yaşamsal önemi çok daha belirgin hale gelmiştir. İşsiz kalan kitleler için iş sahibi olma, çalışma hakkı yeni bir hak mücadelesi başlığı oluştururken kamusal haklardan yoksun bırakılmanın getirdiği durum, yaşam hakkını tehdit eder hale gelmiştir. İşi olmayan, dolayısıyla hiçbir geliri olmayan insanlar; sağlık için, eğitim için, barınma için, ulaşım için, su için para ödemek zorundadır. Sistem, en yaşamsal ihtiyaçları pazarda alınıp satılan bir mal haline getirirken bunlara ulaşmak için emeğinden başka satacak hiçbir şeyi olmayanlara “senin emeğin de beş para etmiyor” demektedir.

Haklar mücadelesi tek başına, emekçiler için yaşamı biraz daha rahatlatma mücadelesi değildir. Kapitalizm koşullarında ezilenlerin gelecekleri hiçbir zaman güvence altında değilken, bugünleri bile sürekli tehdit içerir. Yaşanan her kriz önce egemenler lehine çözülmeye çalışılır. Hak mücadelelerinin kazanımları kapitalizm koşulları altında ezilenlerin ayakta kalmasını sağlamanın yanında, oluşturulacak çözüm yollarına aktif katılımlarına neden olacak ve egemenlik biçiminin değişmesini zorlayacaktır.

Ekonomik krizle açığa çıkan durum, “farklı” bir mücadele çizgisi oluşturmak anlamına gelmiyor. Tam tersine güncel bir mücadele çizgisi olarak “hak mücadeleleri”ni çok daha önemli hale getirirken, işten atılmalara, işsizliğe karşı mücadeleyi bu durumun tamamlayıcı bir parçası haline getirmeyi zorunlu kılıyor. Parçalar halinde süren hak mücadelelerini tüm ülke geneline yaymak bir gereklilikken, aynı zamanda bu mücadeleleri ortak, duru, anlaşılır, elde edilebilir talepler ekseninde bir program haline getirmek amaçlanmalıdır. Ve bu talepleri, işçisinden kamu çalışanlarına, işsizinden işten çıkarılanlara, ev kadınlarından gençlere kadar herkesin talepleri olarak örgütlemek gereklidir.

 
   


BAKANLIKLAR RESMİ KURUMLAR
HUKUK VE MEVZUAT ASKERİ LİNKLER
DERGİLER
TELEVİZYONLAR
AJANSLAR
ULUSAL GAZETELER
İNTERNET HABER PORTALLARI
ÇEŞİTLİ

101 FAYDALI LİNK

Dünyamız

Sağlık

 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol