ÇAGDAŞ HEMŞİRELER DERNEGİ NE HOS GELDINIZ
   
  ÇAĞDAŞ HEMŞİRELER DERNEĞİ
  SAİRLER ODASI
 

Nazım Hikmet Ran 

Nazım Hikmet Ran 'ın Biyografisi

15 Ocak 1902'de Selanik'te doğdu. Heybeliada Bahriye Mektebi'ni bitirdi. Hamidiye Kruvazörü'nde güverte subayı iken, sağlık nedeniyle askerlikten ayrıldı, bu arada ilk şiirlerini yayımladı.

1921 başlarında Kurtuluş Savaşı'na katılmak için Anadolu'ya geçti, Bolu'da öğretmen olarak görevlendirildi.

Daha sonra Batum üzerinden Moskova'ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi'ne (KUTV) yazıldı. Burada siyasal bilimler ve iktisat okudu.

 

Nazım Hikmet Biyografisi

 

1924'te yurda döndü. Aydınlık Gazetesinde yayınlanan yazı ve şiirleri yüzünden on beş yıl hapsi istenince yeniden Sovyetler Birliği'ne gitti.

1928 Af Kanunu'ndan yararlanıp tekrar yurda döndü. Resimli Ay dergisinde çalışmaya başladı.

1932'de yeniden dört yıl hapse mahkûm olduysa da, bu kez Onuncu Yıl Affı'ndan yararlandı. Gazetecilik yaptı, film stüdyolarında çalıştı.

1938'de orduyu ve donanmayı isyana teşvik ettiği iddiasıyla 28 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırıldı. Çankırı ve Bursa cezaevlerinde yattı. 1950'de özgürlüğüne kavuştuysa da sürekli olarak izlenmekten kurtulamadı; kitaplarını yayınlatma, oyunlarını oynatma olanağı bulamadı. Askere alınması kararlaştırılınca Romanya üzerinden tekrar Moskova'ya gitti.

1951'de T.C. yurttaşlığından çıkarıldı.

3 Haziran 1963'te bir kalp krizi sonucu yaşama veda etti. Moskova'da Novodeviçye Mezarlığı'nda toprağa verildi.

AÇLIK ORDUSU YÜRÜYOR

Açlık ordusu yürüyor
yürüyor ekmeğe doymak için
ete doymak için
kitaba doymak için
hürriyete doymak için.

Yürüyor köprüler geçerek kıldan ince kılıçtan keskin
yürüyor demir kapıları yırtıp kale duvarlarını yıkarak
yürüyor ayakları kan içinde.

Açlık ordusu yürüyor
adımları gök gürültüsü
türküleri ateşten
bayrağında umut
umutların umudu bayrağında.

Açlık ordusu yürüyor
şehirleri omuzlarında taşıyıp
daracık sokakları karanlık evleriyle şehirleri
fabrika bacalarını
paydostan sonralarının tükenmez yorgunluğunu taşıyarak.

Açlık ordusu yürüyor
ayı ini köyleri ardınca çekip götürüp
ve topraksızlıktan ölenleri bu koskoca toprakta.

Açlık ordusu yürüyor
yürüyor ekmeksizleri ekmeğe doyurmak için
hürriyetsizleri hürriyete doyurmak için açlık ordusu yürüyor
yürüyor ayakları kan içinde.

9 Ağustos 1962

Nazım Hikmet Ran

 

ASYA - AFRİKA YAZARLARINA

Kardeşlerim
bakmayın sarı saçlı olduğuma
ben Asyalıyım
bakmayın mavi gözlü olduğuma
ben Afrikalıyım
ağaçlar kendi dibine gölge vermez benim orda
                                        sizin ordakiler gibi tıpkı
benim orda arslanın ağzındadır ekmek
                    ejderler yatar başında çeşmelerin
                    ve ölünür benim orda ellisine basılmadan
                                     sizin ordaki gibi tıpkı
bakmayın sarı saçlı olduğuma
ben Asyalıyım
bakmayın mavi gözlü olduğuma
ben Afrikalıyım
okuyup yazma bilmez yüzde sekseni benimkilerin
şiirler gezer ağızdan ağıza türküleşerek
şiirler bayraklaşabilir benim orda
                                sizin ordaki gibi
kardeşlerim
sıska öküzün yanına koşulup şiirlerimiz
                                                toprağı sürebilmeli
pirinç tarlalarında bataklığa girebilmeli
                                                dizlerine kadar
bütün soruları sorabilmeli
bütün ışıkları derebilmeli
yol başlarında durabilmeli
                    kilometre taşları gibi şiirlerimiz
yaklaşan düşmanı herkesten önce görebilmeli
cengelde tamtamlara vurabilmeli
ve yeryüzünde tek esir yurt tek esir insan
gökyüzünde atomlu tek bulut kalmayıncaya kadar
malı mülkü aklı fikri canı neyi varsa verebilmeli
                                         büyük hürriyete şiirlerimiz
22 Ocak 1962, Moskova
 

Nazım Hikmet Ran

 

BEN SENDEN ÖNCE ÖLMEK İSTERİM

Ben
senden önce ölmek isterim.
Gidenin arkasından gelen
gideni bulacak mı zannediyorsun?
Ben zannetmiyorum bunu.
İyisi mi, beni yaktırırsın,
odanda ocağın üstüne korsun
                    içinde bir kavanozun.
Kavanoz camdan olsun,
şeffaf, beyaz camdan olsun
                    ki içinde beni görebilesin...
Fedakârlığımı anlıyorsun :
vazgeçtim toprak olmaktan,
vazgeçtim çiçek olmaktan
                        senin yanında kalabilmek için.
Ve toz oluyorum
yaşıyorum yanında senin.
Sonra, sen de ölünce
kavanozuma gelirsin.
Ve orda beraber yaşarız
külümün içinde külün,
ta ki bir savruk gelin
yahut vefasız bir torun
bizi ordan atana kadar...
Ama biz
o zamana kadar
o kadar
karışacağız
ki birbirimize,
atıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz
                                     yan yana düşecek.
Toprağa beraber dalacağız.
Ve bir gün yabani bir çiçek
bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse
sapında muhakkak
iki çiçek açacak :
                    biri sen
                    biri de ben.
Ben
daha ölümü düşünmüyorum.
Ben daha bir çocuk doğuracağım.
Hayat taşıyor içimden.
Kaynıyor kanım.
Yaşayacağım, ama çok, pek çok,
ama sen de beraber.
Ama ölüm de korkutmuyor beni.
Yalnız pek sevimsiz buluyorum
                                bizim cenaze şeklini.
Ben ölünceye kadar da
bu düzelir herhalde.
Hapisten çıkmak ihtimalin var mı bu günlerde?
İçimden bir şey :
                  belki diyor.
 

                                                                18 Şubat 1945

Nazım Hikmet Ran

 

BENCE SEN DE ŞİMDİ HERKES GİBİSİN

Gözlerim gözünde aşkı seçmiyor
Onlardan kalbime sevda geçmiyor
Ben yordum ruhumu biraz da sen yor
Çünkü bence şimdi herkes gibisin

Yolunu beklerken daha dün gece
Kaçıyorum bugün senden gizlice
Kalbime baktım da işte iyice
Anladım ki sen de herkes gibisin

Büsbütün unuttum seni eminim
Maziye karıştı şimdi yeminim
Kalbimde senin için yok bile kinim
Bence sen de şimdi herkes gibisin

 
                                                    334 (1918) - Yaz - Kadıköy

 

Nazım Hikmet Ran

 

BENERCİ KENDİNİ NEDEN ÖLDÜRDÜ ?

BİRİNCİ KISIM   BİRİNCİ BAP   BİR GENÇ ADAMA...

HAKÎM HERAKLİT'E... YILDIZLARA VE AŞKA DAİRDİR...

  

I

Şehir
     uzakta.
Genç adam
                ayakta.
Akıyor şehirden geçen nehir
genç adamın ayakları dibinden.
Genç adam
     piposunu çıkarıyor cebinden
                                    aranıyor kibriti.
Bakıyor akar suya
       düşünüyor Heraklit'i,
düşünüyor büyük hakîm Heraklit'i genç adam...
Kim bilir belki böyle bir akşam,
böyle bir akşam,
      Heraklit alnını
              yeşil gözlü zeytinliklerde akan
                                                      suya eğdi
                                                      ve dedi:
             «— Her şey değişip akmada,
                    bu hâl beni hayran bırakmada..»

Heraklit, Heraklit; ne akıştır bu!.
ne akıştır ki bu, dalgalarında
                     dağlıdır alnı en mukaddes putun
                     kızgın demir damgasıyla sukutun.
Gebedir her sukut bir yükselişe.
Ne mümkün karşı koymak
                               bu köpürmüş gelişe..
Heraklit, Heraklit!.
       akar suya kabil mi vurmak kilit?

Şehir
      uzakta.
Genç adam
               ayakta.
Akıyor şehirden geçen nehir
genç adamın ayakları dibinden.
Genç adam
     kibritini çıkarıyor cebinden
                                yakıyor piposunu.
 

II

Dikine mustatil bir apartımanın
                                    en üst katında
                                               dört köşe bir oda.
Perdesiz pencereler.
Pencerelerin dışında yıldızlı geceler.
Genç adam
           alnını dayamış cama.
Ben, romanın muharriri
                 diyorum ki genç adama:
— Delikanlım!.
               İyi bak yıldızlara,
                          onları belki bir daha göremezsin.
     Belki bir daha
             yıldızların ışığında
                      kollarını ufuklar gibi açıp geremezsin..

     Delikanlım!.
               Senin kafanın içi
                               yıldızlı karanlıklar
                                                   kadar
                  güzel, korkunç, kudretli ve iyidir.
     Yıldızlar ve senin kafan
                       kâinatın en mükemmel şeyidir.

     Delikanlım!.
                Sen ki, ya bir köşe başında
                                     kan sızarak kaşından
                                                            gebereceksin,
                ya da bir darağacında can vereceksin.
                İyi bak yıldızlara
                             onları göremezsin belki bir daha...

     Delikanlım!.
               Belki beni anladın,
                                 belki anlamadın.
     Kesiyorum sözümü.

     İşte kapı açıldı
                   geldi beklenen kadın..
     «— BEKLETTİM Mİ?»
     «— ÇOK...
            Ama zarar yok..»

Kadın
yakaladı genç adamı
                                  elinden.
Genç adam
        yakaladı kadını belinden.
Bir yumrukta kırdı camı.
Oturdular pencerenin içine.
Sarktı ayakları gecenin içine...
Işıklı bir deniz dibi gibi
            başlarında, sağda, solda gece yanıyor.
Ayakları karanlık boşluklara sallanıyor..
Sallanıyor ayakları
sallanıyor ayakları...
........... DUDAKLARI ......

Sevmek mükemmel iş delikanlım.
Sev bakalım...
Mademki kafanda ışıklı bir gece var,
benden izin sana,
                       seeeeev
                       sevebildiğin kadar...
 

İKİNCİ BAP   GENÇ ADAMIN, SEVGİLİNİN ŞAHISLARINA...

TİBET MABETLERİ VE AMERİKAN FİLİMLERİNE...

AYIN ON DÖRDÜNE...

GENÇ ADAMIN ESRARENGİZ MEŞGALESİNE...

VE NİHAYET, MÜSEBBİBİ MEÇHUL BİR İHANETE DAİRDİR.  

I

Mevzubahs gencin
          ismi: BENERCİ.
Kendisi aslen Hintli olup
          maskatı re'si DELHİ'dir..
Dostlarının nazarında tam
                                  adam,
düşmanlarının indinde azgın bir delidir
ve Britanya polisinde künyesi şüphelidir..
Şeklü şemailine gelince:
Ne PATAŞON gibi tombul bir cüce,
ne MASİST gibi bir dev,
ne de VİLLİ FRİÇ gibi bir babik oğlandır O,
iki gözlü, tek burunlu, basbaya insandır O...
Birinci babımızda,
Benerci'nin odasına gelen kadın
mühim bir rol oynıyacak kitabımızda.
Kendileri bir İngiliz mis'idir.
Hem İngiliz mis'lerinin nefisidir...
İmdi,
be nefis
       Mis
       nerde, nasıl tanıdı Benerci'yi?.
diye sorarsam size, ben,
eminim ki, siz, cevaben:

«— Mermer
           merdivenler..
Kapı.
Kapıda kıvırcık saçlı
                        taştan
                        iki aslan.
Tibet.
Tibette mabet.
Mabedin içi...
Omuzlarından çıkan on altı kolu havada,
                                       çıplak karnı iki kat,
bağdaş kurup oturmuş
                           mâbut
                           BUDA..
İnledi öküz derisinden mukaddes davul:
— Savul!
         Savul!!.
             Savuuuul!!!.
Buda'ya kurban geliyor.
Sarı saçlı, mavi gözlü bir kadın
                          beyaz, kar gibi..
Kadının canına kıyacaklar gibi..
Açıldı kanlı bir ağız şeklinde karnı Buda'nın,
fışkırdı mukaddes alevler dışarıya.
Uzun külâhlı Moğol rahipleri
         kaldırdılar havaya beyaz kadını.
Doyuracaktır Buda ateş dolu karnını.
Mavi gözlü dilber kurban gidiyor, kurban...
. . . . . . . . . . . . . . . .

— Dran!
        Drrrran!.
           Drrrrrrrran!!!.

Atıldı üç el tabanca.
Yuvarlandı Moğol rahipleri birbiri ardınca.
Esmer bir delikanlı yaklaştı mavi gözlü dilbere!
— Kaçalım!
     bir an kaybedecek zaman değil..

OTOMOBİL..
Son sür'at..
Saatta 110 kilometre..

İşte bu kurtarılan kadın,
           birinci bapta odaya gelen kadındı.
Onu kurtaran genç:
                  BENERCİ..
Ve bu suretle İngiliz MİS
                    tanıdı Hintli genci..»
                             DİYEREK
                                           haltedeceksiniz.
Romanımı daha başlamadan berbat edeceksiniz..
Gelin, etmeyin çocuklar..
Ne çıkar,
       inanın bir sefer olsun NÂZIM'a
       Amerikan filimlerinden fazla..

İlk tesadüf
         tramvayda oldu.
İkincisi
         lokantada.
Üçüncüde düğüm bağlandı nihayet
                                   siyah podüsüet
                                                 bir çantada..
İngiliz kızı mahsus
             çantasını yere düşürdü.
Hintli genç mahsus
                      düşen çantayı gördü:
                                              kaldırarak
                                                   verdi kıza...
EEEEEEE?
             Sonra?
                 derseniz,
bakın, birinci babımıza...
 

II

Ayın on dördü.
Ayın on dördünü Paris'te aç gezen gördü,
dedi ki:
— Bu gece ay
             dibi kalay
                   bir tencere gibi...

Ayın on dördü.
Ayın on dördünü Fatihli hırsız gördü,
dedi ki:
— Bu gece ay
           gökte açık kalan
                         bir pencere gibi.
Atlasak içeriye,
               aşırsak, be imanım,
                                    Meryem Ana'nın
                                                gümüş takımlarını.

Ayın on dördü.
Ayın on dördünü İrlandalı bir polis gördü,
dedi ki:
— Benziyor ay
             yıldızların yaldızlarını çalmak için
                                      göğe çıkan bir hırsızın
                                                               fenerine...

Ayın on dördü.
Ayın on dördünü şair Salih Zeki gördü:
                                  benzetti kendi eserine
                                                               beğendi...

Ayın on dördü.
Ayın on dördünü Londralı bir lord gördü,
dedi ki:
— Benziyor ay
                haşmetpenahımın
                          dizbağı nişanına...

Kızardı ayın on dördü.
Kızaran ayın on dördünü bir parya gördü,
dedi ki:
— Benziyor ay
             Ganj'ın üstüne damlayıp yayılan
                                                        kardeş kanına.

Ayın on dördü.
Bu sefer bizzat
             çekik gözleriyle ayın on dördü
                           KALKÜTA şehrine civar,
                                            bir çay tarlası gördü.
Tarlanın dışında duvar.
İçinde bir ev.

Gece saat: 2...

Evin alt katındaki
                        oda.
Kapalı pencereler, asma bir lamba,
                                             bir masa ortada.
Üç amele, iki köylü, bir muallim ve Benerci,
                                          yani ceman yekûn:
yedi Kalküta delikanlısı, yedi inkılâp genci......
Benerci söz söylüyor:
— Bize karşı
          İntelicent servis
                       kendine mahsus...

— Sus.
Bir tıkırtı var.

Döndü başlar
                kapıya.

— Sana öyle gelmiş.
         Devam ediyorum arkadaşlar:
İntelicent servis
         kendine mahsus...

— Benerci, sus.
— Rüzgâr...
— Arkadaşlar
         İntelicent servis...
— Sıııııs...
          Söndürün...
                Dışarı bakacağım...

Karanlık...
Aralandı pencere.
Ay ışığı
     parlıyan enli bir kılıç gibi keserek karanlığı
                                                              düştü yere.
— Ne var?
— Sııııısss!.
Dışarda polis.
Lambaları sönmüş iki otomobil,
ve bir sürü motosiklet...
— Satıldık...
— Evet...
 

ÜÇÜNCÜ BAP TAYMİS GAZETESİ'NİN BİR TELGRAFI...

VAZİYETİN TELHİSİ VE BENERCİYLE İSTANBULDA MATBAADA BİR MÜLÂKAT...

KALKÜTADA UMUMÎ GREV...

SOMADEVA...

TAŞLANAN ÇOCUĞUM...

VE DAHA BİRÇOK YÜREKLER PARALAYICI HADİSELERE DAİRDİR.

 

I

        Taymis gazetesinin Kalküta'dan aldığı bir telgraftan:

        KALKÜTA - Kızılların tevkifatı devam ediyor. Şehir civarındaki çay tarlalarında metrûk bir evde toplanan gizli Vilâyet Komiteleri, içtima halindeyken derdest edilmiştir. Yedi kişiden mürekkep olan komite azalarından altısı yakında adliyeye verileceklerdir. Yalnız, ilk istintak neticesinde, gene komite azasından, Benerci isimli bir genç tahliye olunmuştur...
 

II

Vaziyeti telhis edelim hele.

BİR.
Benerci inkılâpçı bir gençtir.
Hazım zamanlarını, boş gecelerini değil,
boydan boya ömrünü vermiştir ihtilâle...

İKİ.
Birinci bapta öğrendik ki,
Benerci âşığıdır Britanyalı bir kızın.
Yani, delikanlımızın
                    kalbine bir taş
                                       düşmüş.
Kırmızı saçlı bir baş
                             düşmüş
ve kalbi
        dalga dalga halkalanıyor...

İki, A:
Benerci riyaset ederken gizli bir içtimaa
                                  altı yoldaşıyla yakalanıyor.

İki, B:
Fakat meçhul bir sebebe
                                 binaen,
yoldaşlarının mevkuf bulunmasına rağmen,
                                   Benerci tahliye edilmiştir.

İki, C:
Bence, yani romanın muharrirince
                                                 olduğu kadar,
Benerci için de bu tahliye keyfiyeti
siniri, ruhu, kemiği, eti
                      kemiren bir esrardır, iki gözüm,
                                                        serapa esrar...

. . . . . . .
. . . . . . . . . . . . .
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
. . . .

Benerci, sana dört teklifim var:
Evvela,
Kalküta'dan İstanbul'a
                         çık yola.
Babıâli caddesinde matbaaya gel...
Geldin mi?
Âlâ...

Saniyen:
        sinirini yen.
Karşımda dikilip durma, otur...

Salisen:
      ayağını iki defa yere vur:
Kapı açılsın
Lebbeeeeeeeeyk! deyip
                         bize iki çay getirsin kahveci üstat.

Rabian:
           anlat.
Şu müthiş müşkili birlikte halledelim
                                                        seninle...

— Anlatıyorum.
                       Dinle:

Ve Benerci, macerayı bana, kafiyesiz filân, yani nesren şöyle anlatmaya başladı:

        Sarılmıştık. Yok edilmesi lâzım gelen bazı kâatlar vardı. Vakit kazanmak için, polisin üstüne ateş açtık. Brovniklerimizin şarjörlerini iki defa tazeledik. Birimiz kolundan, birimiz de başından yaralandı. Kurşunlarımız tükendi. Britanya polisi içeri girdi. Gırtlak gırtlağa kapıştık. Nihayet, kıskıvrak bağladılar bizi. Kamyonlara yüklediler. Müdüriyette, yedimiz birden, bir herifin karşısına dizildik.

Burada, Benerci yine coştu, işi kafiyeye döktü:

Herifin
          mavi gözleri çipil çipil
                                            suratı çilliydi.
İntelicent'ten olduğu belliydi.
Geçti arkadaşların önünden.
Benim önümde durdu.
Yüzüme baktı.
İsmimi sordu.
Beni bıraktı...
Niçin bıraktılar beni?
Beni
        niçin
                bırak-
                         -tılar?
— Benerci, buna bir tek sebep var.
— Ne?
— Düşecekler peşine..
                            Eşine??
                                 Ateşine??
                                        Mateşine??
     Tükürmüşüm kafiyenin içine...
     Yani, anlıyacağın, seni bıraktıktan sonra peşine düşecekler. Sonra cooop, haydi bir tevkifat daha. Tabii, sen yine içerde. Hem bu sefer artık suratına bakıp ismini sorup bırakılmamak şartıyla. İşte tahliye keyfiyetinin sebebi...
— Sebep bu değil. Ben, tamamen temizim. Arkamda takip yok.
— Tuhaf şey. Dışarıda temas ettiğin arkadaşlar ne diyor?
— Galiba onlar da senin gibi düşünüyorlar. İki üç defa, muhtelif arkadaşlarla temas etmek istedim. Fakat verdiğim randevulara gelmediler. Arkadaşlar benimle görüşmek istemiyor.
— Öyleyse, sen hemen yine Kalküta'ya git oğlum. Ne halt edersen et, şu vaziyeti bir düzelt bakalım.

Benerci gitti.
Baktım ki, pencereden:
        muktesit, muharrir ve muhbir
                                    Nedim Vedat Bey geçiyor.
Düşündüm Benerci'yi
ve mel'un bir ihtimalle birden
                             yüreğim cızz etti.

Arif olanlar için,
               bu fasıl burada bitti...
 

III

Stop:
Fren!
Zıııınk!
Durdu!.
Amele
         baş parmağını tele
                                dokundurdu.
Akümülatör, dinamo, motor, buhar, benzin,
                                                                elektrik,
Trrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrik!
      D     U     R      -      D     U      !!!..

Yüksek tuğla bacalarda dumanlar donakaldı.
Koptu kayışlar.
— Patron, sabotaj var!.
— Koş telefona.
— İşlemiyor...
— Telgraf...
— Teller kesilmiş,
                          makina bomboş...
— Koş!..
               Karşımda durma, avanak!..
Hangarda ne varsa, üstüne atlıyarak,
                                                  koşun şehre...
Sarjant, polismen, asker,
                          kırk ikilik, tayyare, tank,
                                                ne bulursanız,
                                                               yetiştirin...
Birden
       bisiklet, motosiklet, otomobil, omnibüs
                    tozu dumana kattılar, dumanı toza...
Fakat
         yine birden
                            ekşi boza...
Ne ileri
        ne geri.
Paaaaah!..
Fıııııss...
Patladı lastikleri...
Geç kaldılar, geç!..

Drran
          drrrn
                  drrran...
Tiki taka frev...
Edildi ilân
     Umumî grev!!!..

Kalküta grevdedir.
Benerci evdedir,
             sırtüstü yatıyor yatakta...
Geçiyor haykırışmalarla kapısının önünden
tek başlı, tek yürekli, milyon ayaklı Kalküta...

Onlar, hep beraber grevdedir...
O, yapayalnız evdedir.
Yapayalnız...
             Tavan, kapı ve duvar...
Onu kavgaya çağırmadılar.
Günlerdir ki, onu gördükçe arkadaşları
                                            çevriliyor başları...

Benerci yatakta
Kalküta ayakta.
Benerci görmeden görüyor yattığı yerden
yürüyen Kalküta'yı:

«Adım
      Adım.
Adım — lar
      adım — ları...
Kal — dırım
      kal — dırım.
Kal — dırım — lar
      kal — dırım — ları...
Cad — de...
Cad — deler...
Kalabalık...
      Ka — la — ba — lık
                                    itiyor
                                            iki
                                                yana
                                                    apar — tıman — ları...
Behey tram — vay!..
               çiğneneceksin:
sağa sola sap...
Geçit yok.
Rap
     rappp
             rappp!!!!!
Ve...
      Va...
           Vey...
— Yol açın kamyonlara
      amele çocukları
                      babalarını geçiyor..»

Haykıraraktan
       Benerci fırladı yataktan.
Şimdi sokaktan
                tek bir insan sesi yükseliyordu...
Benerci koştu pencereye:
    Aşada sokak
              kalabalık.
Yukarda masmavi bir hava
Aşada bir kamyonun üstünden
                                   kalabalığa
Söz söylüyor en yakın arkadaşı SOMADEVA:*
«— Arkadaşlar!
                      Aylardır ki anamız avradımız
                      uzun aç dişleriyle dişlediler
                                             kendi memelerini.
Arkadaşlar...
               Çıplak aç karnını kurşunlara vermek,
                                       kıvranarak gebermek...
. . . .  Tek  . . . .
      . . . . . . . . . .  Vaar?
Hayır!.
          Ar . . . . . . . lar . . . . . .

(*) SOMADEVA, Benerci'nin en yakın arkadaşı olup, uzun bir müddetten beri Kalküta'da bulunmuyordu. Binaenaleyh, böyle bir zamanda onun sesini duyup kendisini görmek, elbette ki, Benerci'yi sevinçli bir hayrete düşürecektir.   N.H.
 

Önümüzde onlar
                   kalın enselerini kırıp
                   boynuzlarını saplayınca toprağa...
                                         . . . . .  ağa....
Biz....
     . . . . . . .  mizi!.
Patiska bir gömlek
                          gibi yırtarak
                                       etimizi
kanlı kemiklerimizle
                    . . . . . . . . cağız . ! ! . .
O zaman gülleri koklıyacağız.
O zaman
              tabiat
                    güzel bir ağız
                    gibi karşımızda gülümsiyecek...»

        Benerci   artık   kendini   tutamadı.   Pencereden    üç   defa:    S O M A D E V A..     S O M A D E V A..         S O M A D E V A..  diye haykırdı. Bu haykırış o kadar kuvvetli idi ki, S O M A D E V A  sustu. Birdenbire esen rüzgârla bulutları dağılan bir yaz sağanağı gibi sokaktaki kalabalığın uğultusu kesildi. İnsanlar, başlarını enselerinin üstüne yatırarak, dikine mustatil apartımanın yedinci katındaki perdesiz pencereye baktılar. Ve orada, camın arkasında, Benerci'nin sarı yüzünü gördüler.
        S O M A D E V A, Benerci'yi tanıdı. Kolları ona doğru uzanır gibi oldu. Bu hareketi, yalnız yukardan Benerci ve kendi içinin içinden  S O M A D E V A  gördü. Başka hiçbir göz, uzanmak, kucaklamak istiyen kolların hasretini göremedi.
        Yukardan, yine Benerci, üç defa bağırdı:
        — S O M A D E V A..  S O M A D E V A..  S O M A D E V A...
        Aşada  S O M A D E V A,  kamyonun etrafına toplananlara:
        — Bana bir taş veriniz, dedi.
        Taşı verdiler. Ve en eski günlerin en yakın arkadaşı:
        — Bu adam nefsini kurtarmak için yoldaşlarını satmıştır. Benerci müstevlilerin casusu olmuştur. En yakınlarının kellesini satmasaydı, bunu yapmasaydı, onun kahrolası başını omuzlarının üstünde bırakmazlardı, dedi. Ve sağ kolunun bütün kuvvetiyle, yedinci kattaki perdesiz pencereden bakan sapsarı insanın yüzüne, taşı attı...
        SOMADEVA'nın taşı, BENERCİ'nin alnına geldi. Benerci dimdik durdu. İki kaşının arasından sızan kan, çenesinden göğsüne aktı...
        Ve Benerci'nin başı benim, ben Nâzım Hikmet'in dizlerine düşünceye kadar, en büyük, en iyi, en sevgili, kahreden ve yaratan KALKÜTA, onu taşladı.
        Baygın çocuğumu, yatağına yatırdım. Camları parçalanmış, pervazları kanlı pencereye çıktım. Arasıra arkasına dönüp bakarak uzaklaşan kalabalığın peşinden şu suretle feryada başladım:
        Benerci benim oğlum...
        Ben onun yüzünü
                      görebilmek için
        kaç kerre gecemi gündüzümü
                                  on birlik tütüne satarak
        dumandan bir adam gibi dikilip durmuşum...
        Benerci benim oğlum,
                              ben onu
                                    uykusuz gecelerin
                                              ellerine doğurmuşum...

        Benerci sizi satmadı.
        Benerci günlerdir yemek yemiyor,
        gecelerdir yatmadı.
        O yatmıyor, ben yatabilir miyim?
        Benerci sizi satmadı,
        sizi ben satabilir miyim?
        Benerci benim oğlum.
        Onu ben
                  kellemden, etimden, iskeletimden
                                                    sizin için doğurdum...

        Dostlar!
        İçinizden bir çıban gibi şüphenizi yolunuz.
        Benerci sizin oğlunuz,
                              benim oğlum...

Fakat, kalabalık, benim sesimi bile işitmeden ilerledi, kayboldu. O zaman, hâlâ baygın yatan çocuğuma döndüm, dedim ki:

        Dostlar dinlemedi beni Benerci.
        Benerci oğlum, küçücüğüm, büyüğüm,
        başında dolaşan bu mel'un düğüm
                                 çözülene kadar...
                              bizim ah! demeğe hakkımız yok,
        Onların taşlamağa hakkı var...
 

IV

KALKÜTA'DA BİR POLİS KARAKOLUNUN
YÜKSEK DUVARLARININ DİBİ

Gök gürler. Vakit akşam üzeri. Üç polis karakolun duvarları dibinde buluşur.
 

BİRİNCİ POLİS — Nereye gitmiştin?
İKİNCİ POLİS — Domuz boğazlamaya...
ÜÇÜNCÜ POLİS — Sen nerdeydin?
BİRİNCİ POLİS — Köprünün üstünde
                                   bir Hintli karı gördüm demin.
Kucağında kertenkele suratlı bir çocuk vardı.
Çocuk beni görünce başladı ağlamaya
                                               ağlamaya
                                               ağlamaya...
Karıya:
— Sustur şu piçi,
     Britanya polisine selam versin,
                                                     dedim.
     Selam vermezse, kuyruksuz bir fare gibi
                                                        gebersin
                                                                  dedim.
Ne sustu, ne selam verdi kara kurbağa yavrusu.
Akıyordu su...
Akar suya fırlattım bu zırlayan şeytan piçini.
Anası yüzüme bakıp
                kara bir uçurum gibi çekti içini.
Dokundu rikkatime
                bu iç çekiş.
Madraslı bir ihtiyar:
                «Azabı azapla tedavi edin...»
                                                           demiş.
Getirdim karakola kocakarıyı.
Sarı sırtından kızıl kan sızdırıp
                  çekeceğim içinden ağrıyı...
İKİNCİ POLİS — Sana bu işte yardım için
                                kocakarıyı eski bir halı gibi
                                          ayaklarına sereceğim.
BİRİNCİ POLİS — Lütufkârsın...
ÜÇÜNCÜ POLİS — Ben de sana:
Bengale ormanlarında avlanmış bir filin
                            koparılmış erkekliğinden
                                         bir kamçı vereceğim...
BİRİNCİ POLİS — Başka bir şey istemez...
                            Malumdur bana azabı ısdırap,
                            ezberimdedir tekmil
                                                      kitabı ıstırap.
Meselâ:
Uykulara kâbus gibi çökebilirim,
                            tırnak sökebilirim,
kulakların içine kurşun dökebilirim.
Ellerin derisini eldiven gibi soymak,
koltuk altına kaynar sudan yeni çıkmış
                              hindi yumurtası koymak,
sirke damlatarak gözleri oymak,
domuz topu ıtlak olunan usûl,
velhasıl daha bin bir usûlle gayeye vusûl
                                          mümkündür bence...
Bakınız, bende ne var?
3. VE 2. POLİS — Göster bize
                                         göster bize!!
BİRİNCİ POLİS — Grevde yakalanan
                                  Hintlilerden birinin
                                  taze kesilmiş başparmağı...
Kesildikten sonra yarım santim uzadı tırnağı...
3. VE 2. POLİS — Haydi içeri gidelim,
                                uzayan tırnağı seyredelim...

        Polisler karakoldan içeri girerler. Bir müddet sahne boş kalır. Benerci gelir.
        Yağmur yağmaya başlar... Benerci, belini karakolun duvarına dayayarak çömelir.
        Karakolun duvarından insan çığlıkları gelmektedir. Ve yağmurun içinden uzun bir şehrin uğultusu işitilmektedir.
        Karakolun duvarından gelen insan çığlıkları: Kalküta grevcilerine aittir.
        Yağmurun içinden uğultusu işitilen şehir: Kalküta'dır.
        Yağmur... Alaca karanlık... Akşam suları...
        Kalküta grevi mağlûp olmuştur.
        Somadeva yakalanmıştır. Ve Benerci'nin, duvarı dibine çömeldiği karakolda, Somadeva'nın omuzbaşları dilim dilim yarılarak kanıyor.
        Yağmur... Karanlık... Gece iyiden iyiye indi.
        Benerci'nin saçları, omuzları, dizkapakları sırılsıklam oldu. Arkadaşlarının attığı taşlarla alnında açılan yarayı kapayan sargı ıslandı, yapıştı...
        Arkadaşlar içerdedir.
        Benerci yine dışarda...
        Kara gömlekli bir İtalyan faşistinin bile, oğlumun çektiği azabı duymasını istemem...

 

Nazım Hikmet Ran

 

BERKLEY

Behey
Berkley!
Behey on sekizinci asrın filozof peskoposu.
Felsefenden tüten günlük kokusu
                        başımızı döndürmek içindir.
                        Hayat kavgasında bizi
                        dizüstü süründürmek içindir.

Behey
Berkley,
Behey Allahın
                Cebrail şeklindeki Ezraili,
Behey on sekizinci asrın en filozof katili!
Hâlâ geziyor İskoçya köylerinde
                      adımlarının sesi.
Hâlâ uluyor adımlarının sesine
                       tüyleri kanlı bir köpek.
Hâlâ
     her gece titreyerek
                     görüyor gölgeni İskoçya köylüleri
                                                                        evlerinin
                                                                            camlarında!
Hâlâ
     kanlı beş parmağının izi var
            o beyaz buzlu camlar gibi şimal akşamlarında!

Behey
Berkley!
Behey meyhane kızlarının kara cübbeli kavalyesi,
                                        Kıralın şövalyesi,
                                        sermayenin altın sesi,
                                        ve Allahın peskoposu!
                            Felsefenden tüten günlük kokusu
                                        başımızı döndürmek içindir.
                            Hayat kavgasında bizi
                                        dizüstü süründürmek içindir!

Her kelimen
                 kelepçelerken
                                       bileklerimizi,
kıvrılan
           bir yılan
                gibi satırların
                            sokmak istiyor yüreklerimizi.
Beli hançerli bir İsaya benziyor resmin.
Sivriliyor kitaplarından ismin
                                  sivri yosunlu ucundan
                                                        kızıl kan
                                                          damlıyan
                                                               yeşil bir diş gibi.
Her kitabın
            diz çökmüş önünde Rabbın
                             kara kuşaklı bir keşiş gibi..
Sen bu kıyafetle mi bizi kandıracaktın,
                                              inandıracaktın?
Biz İsanın vuslatını bekleyen
                                   bir rahibe değiliz ki!

Behey
Berkley!
Behey tilkilerin şahı tilki!
Çalarken satırların zafer düdüğü,
küçük bir taş parçasının en küçüğü
      imparatorların imparatoru gibi çıkınca karşısına,
      hemen anlaşmak için
                           bir kapı açıyorsun,
      binip Allahının sırtına
                              soldan geri kaçıyorsun!
      Kaçma dur!
      Her yol Romaya gider,
                 — bu belki doğrudur —
      fakat
              fikri evvel gören her felsefenin
                      safsata iklimidir yelken açtığı yer!
      Bu bir hakikat
                  — hem de mutlak cinsinden — !
İşte sen
      işte senin felsefen:
Sen o sarı kırmızı rengini gördüğün
                    cilâlı derisine parmaklarını sürdüğün
                              parlak
                                  yuvarlak
                                          elmaya:
                                              «Fikirlerin bir
                                                         terkibidir,»
                                                                      diyorsun!
Dışımızda bize bağlanmadan
                                var olan
                                       varlığı
                                             inkâr ediyorsun!

Şu mavi deniz
     şu mavi denizde yüzen beyaz yelkenli gemi,
kendi kendinden aldığın fikirlerdir, öyle mi?
Mademki kendi fikrindir yüzen gemi,
mademki kendi fikrindir umman,
ne zaman var,
              ne mekân!
Ne senin haricinde bir vücut
                      ne senden evvel kimse mevcut,
                              ne senden sonra kâinat baki
bir sen
      bir de Allah hakikî.

Lâkin ey kara meyhanelerin sarhoş papazı!
Senin dışında değil miydi
kıllı kollarında kıvranan meyhanecinin kızı?
Yoksa kendi altında sen
                      kendinle mi yattın?
Diyelim ki senden evvel baban yok
                                       İsa gibi.
Yine fakat bacakları arasından çıktığın
                                 Meryem gibi bir anan da mı yok!
Diyelim ki yapyalnızsın
                        Turu Sinada Musa gibi,
ne yazık! Tevratını okuyan da mı yok!
Çok yalan söylemişsin çok.

Sen emin ol ki Berkley
        — olmasan da zarar yok —
                bu şi're benzer yazıda hissene düşen şey:
                                biraz alay
                                      biraz şaka
                                              ve birkaç tokat
                                                  — eldivensiz cinsinden —
Neyleyim?
        Neş'e kavganın musikisidir.
Kavgada kuvvetini kaybetmiş gibidir biraz
                               neş'enin çelik ahengini duymayan adam;
neş'e ... iyi şeydir vesselam,
                                         — baş döndürmezse eğer —
ve işte bizimkiler
                     güldüler mi,
                                    ağız dolusu gülüyorlar.
Kabahat onların kuvvetinde:
                                           yoksa ne sende
                                                                 ne de bende!

Dinle Berkley!
— dinlemesen de olur —
Biz dinleyelim:
Beynimiz bal yoğuran
                          bir kovan.
Ona balı dolduran
                         arıdır hayat.
Aldığımız hislerin
                            sonsuz derin
                                      pınarıdır kâinat!
Kâinat geniş
                   kâinat derin
                         kâinat uçsuz bucaksız!
Biz onun parçaları,
      biz ondan doğan bir sürü bacaksız!
Biz o bacaksızların
    — anasını inkâr etmeyen cinsi —
Çünkü biz
     emredenlere emir verenlerden değiliz!
Bağlıyız toprağa
                kalın halatlar gibi kollarımızla!
Çelik dişleri şimşekli çarklılar
          koparırken kara toprağın esrarını,
biz
   seyretmedeyiz
           cihan içinden cihanların
                                      doğuşunu;
           kehkeşanların
               gümüş aydınlığında!
Görmüşüz,
        görmedeyiz
            yılların yollarında toprak oluşunu
                                               kızıl kadife dudaklı kızların!
Çiziyor hareketi gözlerimize
                              sonsuz maviliklerde
                                        kuyrukluyıldızların
                                               sırma saçlarından kalan izler.

Her habbe koynunda bir kubbeyi gizler!..

Şu denizler,
şu denizlerin üstünde denizler gibi esen,
                           rüzgârların uğultusu.
Şu ipi kopmuş
         inci bir gerdanlık gibi damlayan su,
                               şu bir damla su,
uzaklaştıkça, yaklaşılan
                                        hakikati gizler..

Her yeni ummanla beraber
                bir yeni imkân!
Kâinat geniş
              kâinat derin
                      kâinat uçsuz bucaksız!

Behey!
Berkley!
Behey bir karış boyuna bakmadan
                 Karpatları inkâr eden cüce!
Ahrete gittiysen eğer
               oradan bir taç gönder,
süslemek için Allahının kafasını!
Fakat buradan
       topla hemen tarağını tasını,
                        Haraç mezat!
                           Haraç mezat!
götür pazara bir pula sat:
Topraktaki saltanatın
                         göğe çıkan tahtını!

Yok üstünde tabiatın
                   tabiattan gayri kuvvet!..
Tabiat geniş
                  tabiat derin
                           tabiat uçsuz bucaksız!..
 

                                                                                                1926

 

Nazım Hikmet Ran

 

BEŞ SATIRLA

Annelerin ninnilerinden
                              spikerin okuduğu habere kadar,
yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı,
anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık,
anlamak gideni ve gelmekte olanı.

                                                                    1946

 

Nazım Hikmet Ran

 

CEVİZ AĞACI

Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz,
ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda,
budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl.
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril,
koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil.
Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var.
Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul'a.
Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul'u.
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.

 

Nazım Hikmet Ran

 

BEYAZIT MEYDANI'NDAKİ ÖLÜ

Bir ölü yatıyor
      on dokuz yaşında bir delikanlı
      gündüzleri güneşte
      geceleri yıldızların altında
      İstanbul'da, Beyazıt Meydanı'nda.

Bir ölü yatıyor
      ders kitabı bir elinde
      bir elinde başlamadan biten rüyası
      bin dokuz yüz altmış yılı Nisanında
      İstanbul'da, Beyazıt Meydanı'nda.

Bir ölü yatıyor
      vurdular
      kurşun yarası
      kızıl karanfil gibi açmış alnında
      İstanbul'da, Beyazıt Meydanı'nda.

Bir ölü yatacak
      toprağa şıp şıp damlayacak kanı
      silâhlı milletimin hürriyet türküleriyle gelip
                                            zaptedene kadar
                                                      büyük meydanı.
 

                                                                                Mayıs 1960

 

Nazım Hikmet Ran

 

 

BİR ACAYİP DUYGU

«Mürdüm eriği
                          çiçek açmıştır.
— ilkönce zerdali çiçek açar
                                mürdüm en sonra —

Sevgilim,
çimenin üzerine
diz üstü oturalım
karşı-be-karşı.
Hava lezzetli ve aydınlık
— fakat iyice ısınmadı daha —
çağlanın kabuğu
                yemyeşil tüylüdür
                                    henüz yumuşacık...
Bahtiyarız
          yaşayabildiğimiz için.
Herhalde çoktan öldürülmüştük
sen Londra'da olsaydın
ben Tobruk'ta olsaydım, bir İngiliz şilebinde yahut...

Sevgilim,
ellerini koy dizlerine
— bileklerin kalın ve beyaz —
sol avucunu çevir :
gün ışığı avucunun içindedir
                                             kayısı gibi...

Dünkü hava akınında ölenlerin
                                    yüz kadarı beş yaşından aşağı,
yirmi dördü emzikte...

Sevgilim,
nar tanesinin rengine bayılırım
— nar tanesi, nur tanesi —
kavunda ıtrı severim
mayhoşluğu erikte ..........»

.......... yağmurlu bir gün
yemişlerden ve senden uzak
— daha bir tek ağaç bahar açmadı
kar yağması ihtimali bile var —
Bursa cezaevinde
acayip bir duyguya kapılarak
ve kahredici bir öfke içinde
inadıma yazıyorum bunları,
kendime ve sevgili insanlarıma inat.
 

                                                                                    7.2.1941

 

Nazım Hikmet Ran

 

BİR AYRILIŞ HİKAYESİ

Erkek kadına dedi ki:
-Seni seviyorum,
ama nasıl,
avuçlarımda camdan bir şey gibi kalbimi sıkıp
parmaklarımı kanatarak
kırasıya
çıldırasıya...
Erkek kadına dedi ki:
-Seni seviyorum,
ama nasıl,
kilometrelerle derin, kilometrelerle dümdüz,
yüzde yüz, yüzde bin beş yüz,
yüzde hudutsuz kere yüz...
Kadın erkeğe dedi ki:
-Baktım
dudağımla, yüreğimle, kafamla;
severek, korkarak, eğilerek,
dudağına, yüreğine, kafana.
Şimdi ne söylüyorsam
karanlıkta bir fısıltı gibi sen öğrettin bana..
Ve ben artık
biliyorum:
Toprağın -
yüzü güneşli bir ana gibi -
en son en güzel çocuğunu emzirdiğini..
Fakat neyleyim
saçlarım dolanmış
ölmekte olan parmaklarına
başımı kurtarmam kabil
değil!
Sen
yürümelisin,
yeni doğan çocuğun
gözlerine bakarak..
Sen
yürümelisin,
beni bırakarak...
Kadın sustu.
SARILDILAR
Bir kitap düştü yere...
Kapandı bir pencere...
AYRILDILAR...

Nazım Hikmet Ran

 

BİR CEZAEVİNDE, TECRİTTEKİ ADAMIN MEKTUPLARI

1

Senin adını
kol saatımın kayışına tırnağımla kazıdım.
Malum ya, bulunduğum yerde
ne sapı sedefli bir çakı var,
(bizlere âlâtı-katıa verilmez),
            ne de başı bulutlarda bir çınar.
Belki avluda bir ağaç bulunur ama
gökyüzünü başımın üstünde görmek
                                                   bana yasak...
Burası benden başka kaç insanın evidir?
Bilmiyorum.
Ben bir başıma onlardan uzağım,
hep birlikte onlar benden uzak.
Bana kendimden başkasıyla konuşmak
                                                                yasak.
Ben de kendi kendimle konuşuyorum.
Fakat çok can sıkıcı bulduğumdan sohbetimi
                                            şarkı söylüyorum karıcığım.
Hem, ne dersin,
o berbat, ayarsız sesim
                      öyle bir dokunuyor ki içime
                                                      yüreğim parçalanıyor.
Ve tıpkı o eski
        acıklı hikâyelerdeki
yalnayak, karlı yollara düşmüş, yetim bir çocuk gibi bu yürek,
mavi gözleri ıslak
kırmızı, küçücük burnunu çekerek
                senin bağrına sokulmak istiyor.
Yüzümü kızartmıyor benim
              onun bu an
                              böyle zayıf
                                       böyle hodbin
                                                 böyle sadece insan
                                                                                oluşu.

Belki bu hâlin
fizyolojik, psikolojik filân izahı vardır.
Belki de sebep buna
                     bana aylardır
                     kendi sesimden başka insan sesi duyurmayan
                                                                bu demirli pencere
                                                                     bu toprak testi
                                                                          bu dört duvardır...

Saat beş, karıcığım.
Dışarda susuzluğu
                               acayip fısıltısı
                                            toprak damı
ve sonsuzluğun ortasında kımıldanmadan duran
                                                         bir sakat ve sıska atıyla,
yani, kederden çıldırtmak için içerdeki adamı
dışarda bütün ustalığı, bütün takım taklavatıyla
ağaçsız boşluğa kıpkızıl inmekte bir bozkır akşamı.

Bugün de apansız gece olacaktır.
Bir ışık dolaşacak yanında sakat, sıska atın.
Ve şimdi karşımda haşin bir erkek ölüsü gibi yatan
                                                                 bu ümitsiz tabiatın
ağaçsız boşluğuna bir anda yıldızlar dolacaktır.
Yine o malum sonuna erdik demektir işin,
yani bugün de mükellef bir daüssıla için
yine her şey yerli yerinde işte, her şey tamam.
Ben,
ben içerdeki adam
yine mutad hünerimi göstereceğim
ve çocukluk günlerimin ince sazıyla
suzinâk makamından bir şarkı ağzıyla
yine billâhi kahredecek dil-i nâşâdımı
seni böyle uzak,
seni dumanlı, eğri bir aynadan seyreder gibi
                                                                kafamın içinde duymak...
 

2

Dışarda bahar geldi karıcığım, bahar.
Dışarda, bozkırın üstünde birdenbire
taze toprak kokusu, kuş sesleri ve saire...
Dışarda bahar geldi karıcığım, bahar,
dışarda bozkırın üstünde pırıltılar...
Ve içerde artık böcekleriyle canlanan kerevet,
                                              suyu donmayan testi
ve sabahları çimentonun üstünde güneş...
Güneş,
artık o her gün öğle vaktine kadar,
bana yakın, benden uzak,
sönerek, ışıldayarak
                               yürür...
Ve gün ikindiye döner, gölgeler düşer duvarlara,
başlar tutuşmaya demirli pencerenin camı :
                                                     dışarda akşam olur,
                                                     bulutsuz bir bahar akşamı...
İşte içerde baharın en kötü saatı budur asıl.
Velhasıl
o pul pul ışıltılı derisi, ateşten gözleriyle
bilhassa baharda ram eder kendine içerdeki adamı
                                                              hürriyet denen ifrit...
Bu bittecrübe sabit, karıcığım,
                                         bittecrübe sabit...

3

Bugün pazar.
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak
                                                  bu kadar mavi
                                                  bu kadar geniş olduğuna şaşarak
                                                  kımıldanmadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben...
Bahtiyarım...

                                                                    1938

 

Nazım Hikmet Ran

 

BİR GEMİCİ TÜRKÜSÜ

Rüzgâr,
yıldızlar
ve su.
Bir Afrika rüyasının uykusu
                           düşmüş dalgalara.
Işıltılı, kara
bir yelken gibi ince
direğinde geminin.
Geçmekteyiz içinden
bir sayısız
bir uçsuz bucaksız yıldızlar âleminin.

Yıldızlar
rüzgâr
ve su.
Başüstünde bir gemici korosu
su gibi, rüzgâr gibi, yıldızlar gibi bir türkü söylüyor,
yıldızlar gibi
          rüzgâr gibi
                      su gibi bir türkü.
Bu türkü diyor ki, «Korkumuz yok!
İnmedi bir gün bile gözlerimize
bir kış akşamı gibi karanlığı korkunun.»
Bu türkü
    diyor ki,
«Bir gülüşün ateşiyle yakmasını biliriz
ölümün önünde sigaramızı.»
Bu türkü
diyor ki,
«Çizmişiz rotamızı
dostların alkışlarıyla değil
                      gıcırtısıyla düşmanın
                                          dişlerinin.»
Bu türkü diyor ki, «Dövüşmek..»
Bu türkü diyor ki, «Işıklı büyük
                    ışıklı geniş ve sınırsız bir limana
dümen suyumuzda sürüklemek denizi..»
Bu türkü diyor ki, «Yıldızlar
                                       rüzgâr
                                              ve su...»

Başüstünde bir gemici korosu
bir türkü söylüyor;
yıldızlar gibi
          rüzgâr gibi,
                      su gibi bir türkü..

Nazım Hikmet Ran

 

BİR HAZİN HÜRRİYET

Satarsın gözlerinin dikkatini, ellerinin nurunu, bir lokma bile tatmadan
yoğurursun
          bütün nimetlerin hamurunu.
Büyük hürriyetinle çalışırsın el kapısında, ananı ağlatanı
Karun etmek hürriyetiyle hürsün!

Sen doğar doğmaz dikilirler tepene,
işler ömrün boyunca durup dinlenmeden yalan
                                      değirmenleri,
büyük hürriyetinle parmağın şakağında düşünürsün vicdan
hürriyetiyle hürsün!

Başın ensenden kesik gibi düşük,
kolların iki yanında upuzun,
büyük hürriyetinle dolaşıp durursun,
işsiz kalmak hürriyetiyle hürsün!

En yakın insanınmış gibi verirsin memleketini, günün birinde, mesela,
Amerika'ya ciro ederler onu seni de büyük hürriyetinle beraber,
hava üssü olmak hürriyetiyle hürsün!

Yapışır yakana kopası elleri Valstrit'in, günün birinde, diyelim ki,
Kore'ye gönderilebilirsin, büyük hürriyetinle bir çukura
doldurulabilirsin, meçhul asker olmak hürriyetiyle hürsün!

Bir alet, bir sayı, bir vesile gibi değil insan gibi yaşamalıyız dersin,
büyük hürriyetinle basarlar kelepçeyi,
yakalanmak, hapse girmek, hatta asılmak hürriyetinle
hürsün

Ne demir, ne tahta, ne tül perde var hayatında, hürriyeti seçmene lüzum yok
hürsün.

Bu hürriyet hazin şey yıldızların altında.
 

                                                                                    1951
 

Nazım Hikmet Ran

 

BİR KÜVET HİKÂYESİ

1

Süleyman'a karısı telefon etti :
— Konuşan ben,
     ben, Fahire.
     Tanımadın mı sesimden?
     Demek çok bağırdım birdenbire.
     Çığlık mı?
     Belki...
     Hayır,
              çocuklar hasta değil.
     Dinle beni :
     İşini bırak da gel,
     çabuk ol ama.
     Telefonda anlatamam,
                               olmaz.
     Daha kıyamet kadar vakit var akşama.
     Saatlar, saatlar,
     kıyamet kadar.
     Sorma.
     Dinle beni...
     Hemen vapur bulamazsan
                       Üsküdar'a kayıkla geç.
     Bir taksiye atla.
     Paran yoksa
                      patrondan avans al.
     Yolda hiçbir şey düşünme,
     mümkün mertebe yalansız gelmeye çalış.
     Yalan kuvvetliye söylenir
                     ben kuvvetsizim.
     Alay etme kuzum.
     Evet kar yağacak,
     evet
            hava güzel.
     Koynuna girdiğim adam gibi
                                  kocam gibi değil,
     büyüğüm, akıllım,
                            babam gibi gel...
 

2

Geldi Süleyman,
Fahire, kocası Süleyman'a sordu :
— Doğru mu?
— Evet.
— Teşekkür ederim Süleyman.
     Bak işte rahatladım.
     Bak işte ağlamıyorum artık.
     Nerde buluşuyordunuz?
— Bir otelde.
— Beyoğlu tarafında mı?
— Evet.
— Kaç defa?
— Ya üç, ya dört.
— Üç mü, dört mü?
— Bilmiyorum.
— Bunu hatırlamak bu kadar mı güç Süleyman?
— Bilmiyorum.
— Demek ki bir otel odasında.
     Kim bilir çarşaflar nasıl kirliydi.
     Bir İngiliz romanında okudum,
     bu işlere yarayan otellerde
                                   kırık küvetler varmış.
     Sizinkinde de var mıydı Süleyman?
— Bilmiyorum.
— Hele düşün,
     toz pembe çiçekli, kırık bir küvet?
— Evet.
— Hiç hediye verdin mi?
— Hayır.
— Çukulata, filân?
— Bir defa.
— Çok mu seviyordun?
— Sevmek mi?
                         Hayır...
— Başkaları da var mı Süleyman?
— Yok.
— Olmadı mı?
— Hayır.
— Bunu sevdin demek...
     Başkaları da olsaydı
                                      daha rahat ederdim...
     Çok mu güzel yatıyordu?
— Hayır.
— Doğru söyle, bak ne kadar cesurum...
— Doğru söylüyorum...
— Zaten gösterdiler bana.
     İnek gibi karı.
     Belimden kalın bacakları...
     Fakat zevk meselesi bu...
     Bir sual daha, Süleyman :
     Niçin?
— Bilmiyorum...

Karanlıkta pencerenin hizasında
karlı, ağır bir çam dalı.
Bir hayli zaman oldu
sofada asma saat on ikiyi çalalı.

3

Süleyman'ın karısı Fahire
            şunları anlattı kocasına ertesi gün :
— ... Dayanılmaz bir acı halindeydi
                                       kendime karşı duyduğum merhamet,
     ölmeye karar verdimdi, Süleyman...
     Annem, çocuklarım ve en önde sen
                         bulacaktınız karda ayak izlerimi.
     Bekçi, polisler, bir tahta merdiven
     ve bir kadın ölüsü çıkaracaktınız
                             arka arsada bostan kuyusundan.
     Kolay mı?
     Gece bostan kuyusuna doğru yürümek,
     sonra kenarına çıkıp durarak
     baş aşağı atlamak karanlığına?
 
     Fakat bulmadınızsa eğer
     karda ayak izlerimi
     sade korktuğumdan değil.
     Bekçi, merdiven, polisler,
     dedikodu, kepazelik,
     aldatılmış bir zevcenin intiharı :
                                           komik.
     Niçin öldüğümü anlatmak müşkül.
     Kime? Herkese, sana meselâ.
     İnsan, ölmeye karar verirken bile
     insanları düşünüyor...

     Sen yatakta uyuyordun
                          yüzün rahat,
     her zaman nasıl uyursan
     ondan evvel ve o varken.

     Dışarda kar yağmaya başladı.
     Bir tek gecelikle çıkmak balkona :
     Zatürree ertesi gün,
                             nümayişsiz ölüvermek.
     Hayır,
               hiç aklıma gelmedi nezle olmak ihtimali.

     Yaktım sobamızı.
     İyice ısınmak lâzım ilkönce.
     Ciğer bir çay bardağı gibi çatlarmış.
     Pencereye, kara bakıyorum :
     «Eşini gaip eyleyen bir kuş
                                                 gibi kar
       geçen eyyamı nev baharı arar...»
     Babam bu şiiri çok severdi.
     Sen beğenmezsin.
     «Sağdan sola, soldan sağa lerzânı girizan...»

     Lambayı söndürmeden balkona çıktım.
     « ... gibi kar
                 düşer düşer ağlar...»
     Oturdum balkonda iskemleye.
     Havada çıt yok.
     Karanlık bembeyaz.
     Uykudayım sanki.
     Sanki çok sevdiğim bir insan
     korkarak beni uyandırmaktan
                             yumuşacık dolaşıyor etrafımda.
     Üşümüyordum.
     Kederim duruluyor
                                    berraklaşıyor.
     Odanın camlı kapısından balkona vuran ışık
     sıcak bir kumaş gibiydi üstünde dizlerimin.
     Ben rehavetli bir mahzunluk içinde
                                    acayip şeyler düşünüyordum :
     Feneryolu'ndaki çınar
                                   150 yaşındaymış.
     Ömrü bir gün süren böcekler.
     Gün gelecek
                          insanlar çok uzun
                                           çok bahtiyar yaşayacaklar.
     İnsanın yüreği ve kafası var...
     İnsanın elleri...
     İnsan?
     Ne zamanki,
                          nerdeki,
                                       hangi sınıftan?
     Onların insanları,
     bizim insanlarımız.
     Ve her şeye rağmen
     yeni bir dünya için yapılan kavga.
     Sonra sen
                     ben
                           bir kırık küvet
     ve benim
     kendime karşı duyduğum merhamet...

     Kar durdu.
     Sökmek üzre şafak.
     Utanarak
                     odaya döndüm.
     O anda uyansaydın
                  sarılıp boynuna...
     Uyanmadın.
     Evet,
     çok şükür nezle bile değilim.

     Şimdi?
     Zaman zaman hatırlayıp
     zaman zaman unutacağım.
     Yine yan yana yaşayacağız
     beni sevdiğine emin olarak.

4

Altı ay kadar geçti aradan.
Bir gece karı koca denizden dönüyorlardı.
Gökte yıldızlar, ağaçlarda yaz meyveleri vardı.
Fahire birdenbire durdu
baktı muhabbetle kocasının gözlerine
ve suratına tükürür gibi bir tokat vurdu.

                                                                                            16.8.1940
 
 

 

Nazım Hikmet Ran

 

Nazım Hikmet Şiirleri

BU VATANA NASIL KIYDILAR

İnsan olan vatanını satar mı?
Suyun içip ekmeğini yediniz.
Dünyada vatandan aziz şey var mı?
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

Onu didik didik didiklediler,
saçlarından tutup sürüklediler.
götürüp kâfire : «Buyur...» dediler.
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

Eli kolu zincirlere vurulmuş,
vatan çırılçıplak yere serilmiş.
Oturmuş göğsüne Teksaslı çavuş.
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

Günü gelir çarh düzüne çevrilir,
günü gelir hesabınız görülür.
Günü gelir sualiniz sorulur :
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?
 

                                                    1959
 
 

 

Nazım Hikmet Ran

 

BULUTLAR ADAM ÖLDÜRMESİN

Analardır adam eden adamı
aydınlıklardır önümüzde gider.
Sizi de bir ana doğurmadı mı?
Analara kıymayın efendiler.
          Bulutlar adam öldürmesin.

Koşuyor altı yaşında bir oğlan,
uçurtması geçiyor ağaçlardan,
siz de böyle koşmuştunuz bir zaman.
Çocuklara kıymayın efendiler.
          Bulutlar adam öldürmesin.

Gelinler aynada saçını tarar,
aynanın içinde birini arar.
Elbet böyle sizi de aradılar.
Gelinlere kıymayın efendiler.
          Bulutlar adam öldürmesin.

İhtiyarlıkta aklına insanın,
tatlı anıları gelmeli yalnız.
Yazıktır, ihtiyarlara kıymayın,
efendiler, siz de ihtiyarsınız.
          Bulutlar adam öldürmesin.
 

                                                    Şubat 1955

 

Nazım Hikmet Ran



AHMET   ARİF 


ADİLOŞ BEBENİN NİNNİSİ (42507 Hit)

Doğdun,
Üç gün aç tuttuk
Üç gün meme vermedik sana
Adiloş Bebem,
Hasta düşmeyesin diye,
Töremiz böyle diye,
Saldır şimdi memeye,
Saldır da büyü...

Bunlar,
Engerekler ve çıyanlardır,
Bunlar,
Aşımıza, ekmeğimize
Göz koyanlardır,
Tanı bunları,
Tanı da büyü...

Bu, namustur
Künyemize kazınmış,
Bu da sabır,
Ağulardan süzülmüş.
Sarıl bunlara
Sarıl da büyü.

 
AHMED ARİF
AKŞAM ERKEN İNER (66110 Hit)

Akşam erken iner mahpusaneye.
Ejderha olsan kar etmez.
Ne kavgada ustalığın,
Ne de çatal yürek civan oluşun.
Kar etmez, inceden içine dolan,
Alıp götüren hasrete.

Akşam erken iner mahpusaneye.
İner, yedi kol demiri,
Yedi kapıya.
Birden, ağlamaklı olur bahçe.
Karşıda, duvar dibinde,
Üç dal gece sefası,
Üç kök hercai menekşe...

Aynı korkunç sevdadadır
Gökte bulut, dalda kaysı.
Başlar koymağa hapislik.
Karanlık can sıkıntısı...
"Kürdün Gelini"ni söyler maltada biri,
Bense volta'dayım ranza dibinde
Ve hep olmayacak şeyler kurarım,
Gülünç, acemi, çocuksu...

Vurulsam kaybolsam derim,
Çırılçıplak, bir kavgada,
Erkekçe olsun isterim,
Dostluk da, düşmanlık da.
Hiçbiri olmaz halbuki,
Geçer süngüler namluya.
Başlar gece devriyesi jandarmaların...

Hırsla çakarım kibriti,
İlk nefeste yarılanır cıgaram,
Bir duman, kendimi öldüresiye.
Biliyorum, "sen de mi?" diyeceksin,
Ama akşam erken iniyor mahpusaneye.
Ve dışarda delikanlı bir bahar,
Seviyorum seni,
Çıldırasıya

 
AHMED ARİF
LEYLİM LEYLİM (31946 Hit)

Leylim - leylim dünyamızın yarısı
Al - yeşil bahar,
Yarısı kar olanda
Gene kavim - kardaş, can - cana düşman,
Gene yediboğum akrep,
Sarı engerek,
Alnımızın aklığında puşt işi zulüm
Ve canım yarı geceler
Çift kanat kapılarına karşı darağaçları,
Mahpusanede çeşme
Yandan akar olanda,
Gelmiş yoklamış ecel
Kaburgam arasından.
Yoklasın hele...

Çağıdır, can dayanmaz,
Çağıdır, en çatal, en ası,
Cehennem koncası memelerinin.
Çağıdır, kırk gün - kırk gece
Kolların boynuma kement,
Ha canım kötüye inat...
Vah ki ne desem,
Kurşunları namlulara sürülü,
İki elleri kan,
Baskıncılar uykumuzu yıkar olanda,
Alır yüreğim:

Yankın yasak, aynalara.
İnemem bahçende talan,
Tam, boş yanı bu, derim namussuzun,
Tam, bıçağım cehennem gibi güzelken,
Aklıma düşüyorsun
Ellerim arık...

Bilmiş
Bütün zulalar
Eğri hançer, kara mavzer, kan pusu.
Ve insan düşüncesinin o en orospu,
O en ayıp, frengili yemişi,
Çıldırtılmış uranyum
Bilmiş,
Bilsinler!
Sana nasıl yandığımı
Uuuuy gelin...

İşte kan tutmuş korsanlar,
Haramla beslenmiş azgın,
Düzmece peygamberler
Ve cüceleri
Ve iğdiş ve aptal kölelerine karşı,
İşte bir kez daha
Bu can bendeyken,
Delin, divanenim işte
Uuuuy gelin...

Bu yasaklar,
Firavun kalıntısı.
Yoksun,
Akdan - karadan.
Gizline, canevine kurulu faklar.
Gün ola, umut kesip korkunç yetinden,
Murdar tutkusuna dünyasızlığın,
Gün ola, düşesin bekler.
Düşme!
Ölürüm...
Gözlerinden, gözlerinden olurum.

Leylim - leylim
Ayvalar nar olanda
Sen bana yar olanda.
Belalı başımıza
Dünyalar dar olanda.

 
AHMED ARİF
UY HAVAR (37069 Hit)

Yangınlar,
Kahpe fakları,
Korku çığları
Ve irin selleri, aç yırtıcılar,
Suyu zehir bıçaklar ortasındasın.
Bir cana, bir başa kalmışsın vay vay!
Pusatsız, duldasız, üryan
Bir cana bir de başa
Seher vakti leylim -leylim
Cellat nişangahlar aynasındasın.
Oy sevmişim ben seni...

Üsküdardan bu yan lo kimin yurdu!
He canım...
Çiçekdağı kıtlık, kıran,
Gül açmaz, çağla dökmez.
Vurur alnım şakına
Vurur çakmaktaşı kayalarıyla
Küfrünü, Medetsiz, Munzur.
Şahmurat Suyu kan akar
Ve ben şairim.

Namus işçisiyim yani
Yürek işçisi.
Korkusuz, pazarlıksız, kül elenmemiş,
Ne salkım bir bakış
Resmin çekeyim,
Ne kınsız bir rüzgar
Mısra dökeyim.
Oy sevmişem ben seni...

Ve sen daha demincek,
Yıllar da geçse demincek,
Bıçkılanmış dal gibi ayrı düştüğüm,
Ömrümün sebebi, ustam, sevgilim,
Yaran derine gitmiş,
Fitil tutmaz, bilirim.
Ama hesap dağlarladır,
Umut, dağlarla.

Düşün, uzay çağında bir ayağımız,
Ham çarık, kıl çorapta olsa da biri
Düşün, olasılık, atom fiziği
Ve bizi biz eden amansız sevda,
Atıp bir kıyıya iki zamın
Yarının çocukları, gülleri için
Herbirinin ayvatüyü, çilleri için,
Koymuş postasını,
Görmüş restini.
He canım,
Sen getir üstünü.

Uy havar!
Muhammed, İsa aşkına,
Yattığın ranza aşkına,
Deeey, dağları un eder Ferhadın gürzü!
Benim de boş yanım hançer yalımı
Ve zulamda kan-ter içinde, asi,
He desem, koparacak dizginlerini
Yediveren gül kardeşi bir arzu
Oy sevmişem ben seni...

 
AHMED ARİF
KARANFİL SOKAĞI (45395 Hit)

Tekmil ufuklar kışladı
Dört yön, onaltı rüzgar
Ve yedi iklim beş kıta
Kar altındadır.

Kavuşmak ilmindeyiz bütün fasıllar
Ray, asfalt, şose, makadam
Benim sarp yolum, patikam
Toros, Anti-toros ve asi Fırat
Tütün, pamuk, buğday ovaları, çeltikler
Vatanım boylu boyunca
Kar altındadır.

Döğüşenler de var bu havalarda
El, ayak buz kesmiş, yürek cehennem
Ümit, öfkeli ve mahzun
Ümit, sapına kadar namuslu
Dağlara çekilmiş
Kar altındadır.

Şarkılar bilirim çiğ tutmuş
Resimler, heykeller, destanlar
Usta ellerin yapısı
Kolsuz, yarı çıplak Venüs
Trans-nonain sokağı
Garcia Lorca'nın mezarı,
Ve gözbebekleri Pierre Curie'nin
Kar altındadır.

Duvarları katı sabır taşından
Kar altındadır varoşlar,
Hasretim nazlıdır Ankara.
Dumanlı havayı kurt sevsin
Asfalttan yürüsün Aralık,
Sevmem, netameli aydır.
Bir başka ama bilemem
Bir kaçıncı bahara kalmıştır vuslat
Kalbim, bu zulümlü sevda,
Kar altındadır.

Gecekondularda hava bulanık puslu
Altındağ gökleri kümülüslü
Ekmeğe, aşka ve ömre
Küfeleriyle hükmeden
Ciğerleri küçük, elleri büyük
Nefesleri yetmez avuçlarına
-İlkokul çağında hepsi-
Kenar çocukları
Kar altındadır.

Hatip Çay'ın öte yüzü ılıman
Bulvarlar çakırkeyf Yenişehir'de
Karanfil Sokağında gün açmış
Hikmetinden sual olunmaz değil
"mucip sebebin" bilirim
Ve "kafi delil" ortada...

Karanfil sokağında bir camlı bahçe
Camlı bahçe içre bir çini saksı
Bir dal süzülür mavide
Al - al bir yangın şarkısı,
Bakmayın saksıda boy verdiğine
Kökü Altındağ'da, İncesu'dadır.

 
AHMED ARİF
HASRETİNDEN PRANGALAR ESKİTTİM (113318 Hit)

Seni anlatabilmek seni.
İyi çocuklara, kahramanlara.
Seni anlatabilmek seni,
Namussuza, halden bilmeze,
Kahpe yalana.
Ard- arda kaç zemheri,
Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu
Dışarda gürül- gürül akan bir dünya...
Bir ben uyumadım,
Kaç leylim bahar,
Hasretinden prangalar eskittim.
Saçlarına kan gülleri takayım,
Bir o yana
Bir bu yana...
Seni bağırabilsem seni,
Dipsiz kuyulara.
Akan yıldıza.
Bir kibrit çöpüne varana.
Okyanusun en ıssız dalgasına
Düşmüş bir kibrit çöpüne.
Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
Yitirmiş öpücükleri,
Payı yok, apansız inen akşamdan,
Bir kadeh, bir cigara, dalıp gidene,
Seni anlatabilsem seni...
Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır
Üşüyorum, kapama gözlerini...

 
AHMED ARİF

 
   


BAKANLIKLAR RESMİ KURUMLAR
HUKUK VE MEVZUAT ASKERİ LİNKLER
DERGİLER
TELEVİZYONLAR
AJANSLAR
ULUSAL GAZETELER
İNTERNET HABER PORTALLARI
ÇEŞİTLİ

101 FAYDALI LİNK

Dünyamız

Sağlık

 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol