ÇAGDAŞ HEMŞİRELER DERNEGİ NE HOS GELDINIZ
   
  ÇAĞDAŞ HEMŞİRELER DERNEĞİ
  SAGLIKTA YASANAN OLUMSUZLUKLAR
 

Sağlıktan tasarruf ölüm demektir` Hükümetin IMF`nin isteği uyarınca sağlık harcamalarında kesinti yapmasını değerlendiren TTB 2`inci Başkanı Metin Bakkalcı, `sağlık` ve `tasarruf` sözcüklerinin asla birarada kullanılamayacak iki sözcük olduğunu, çünkü sağlıkta tasarrufun `ölüm` demek getirdiğini söyledi. TTB Genel Merkezi`nde Genel Sekreter Orhan Odabaşı ve Merkez Konsey Üyesi Haluk Başçıl ile birlikte basın toplantısı düzenleyen Bakkalcı, `sağlıkta çöküş` anlamına gelen `Sağlıkta Dönüşüm Programı` ve `sağlıkta tasarruf` uygulamalarını değerlendirdi. Hastaların, sağlık hizmetine erişememeleri sonucu sağlık çalışanları ve hekimlerle karşı karşıya geldiklerini, gerilimin arttığını kaydeden Bakkalcı, `Bizim varlık nedenimiz hastalarımızdır. Bu olanlardan asli olarak bizim hiçbir sorumluluğumuz yoktur` dedi. Türkiye`nin, asla yan yana gelemeyecek iki sözcük, sağlık ve tasarruf ile tanıştığını kaydeden Bakkalcı, bu iki sözcüğün yan yana getirilmesini şiddetle reddettiklerini söyledi. `Sağlıkta tasarruf ölüm demektir, nasıl bu iki sözcük yan yana gelebilir` diyen Bakkalcı, üretimlerinin sağlık ve mutluluk olması gerektiğinin altını çizdi. `İnsanlıktan felsefi olarak kopuş yaşanıyor` diyen ve sorumlusunun hükümet olduğunu kaydeden Bakkalcı, bütün uyarılarına rağmen hastanelerin 3.5 katrilyonluk borcunun silindiğini, hastanelerin kaloriferlerini bile yakamaz hale getirildiğini, masrafların artması nedeniyle `özele giden hastaların kamuya kaydırılması kararı alındığını`, ama bütün bunlara ilişkin uyarılarının dikkate alınmadığını söyledi. `Öngörüsüzlük değil, politika` Bütün bu sonuçların hükümet tarafından öngörüldüğünü, IMF`ye verilen niyet mektubunda da taahhüt edildiğini dile getiren Bakkalcı, bütün bunlar yaşanırken, kararlar alınırken `niye Sağlık Bakanı`nın olmadığını` sordu. Bakanın görevini, Babacan şahsında IMF`ye devrettiğini kaydeden Bakkalcı, şimdi de aylık geliri 127 YTL ve altında olan Yeşil Kartlılarla uğraşılmasını eleştirdi. Resmi rakamlara göre nüfusun yüzde 26`sının, yani 18 milyonun aylık gelirinin 127 YTL ve altında olduğunu, bunların ancak 11 milyonunun yeşilkartlı olduğunu aktaran Bakkalcı, `vicdanı ayağa kaldıracak bu duruma çözüm bulmak, 7 milyona da Yeşil Kart sağlamak yerine, en çok sağlık hizmetine ihtiyacı olan yaşlılar ve emeklilere daha iyi sağlık hizmeti sunmak yerine sağlık hizmetlerini daha da ulaşılamaz hale getiriyorlar` dedi. Maliye Bakanlığı`nda durmadan genelge yayınlandığını, `anlaşılamadığından` denilerek yenilendiğini, sağlığın ticari terimlerle anılır, hekimliği hastalık satan meslek grubuna dönüştürdüklerini dile getirin Bakkalcı, toplum olma, birlikte yaşama temel unsurlarının örselendiğini, bütün bunlara karşı bir yetkilinin çıkıp da açıklama bile yapmadığını söyledi. Bütçede sağlığa ayrılan payın görülmediğini aktararak, bütçe çizelgesini gösteren Bakkalcı, buna rağmen tasarruf adı altında en dip olandan kesinti yapıldığının da altını çizdi. `Sağlıkta IMF reçeteleri çözüm değil` Türk Sağlık Sen Genel Başkanı Önder Kahveci de yaptığı yazılı açıklamada, sağlıkta IMF reçetelerinin çözüm olmadığının altını çizerek, `dünyanın hiçbir yerinde IMF`nin ülke halkları lehine yaptığı bir uygulama yoktur` dedi. Hükümetin IMF reçetelerine Türkiye`nin sağlığını teslim etmemesi gerektiğini belirten Kahveci, vatandaşların sağlığının hiçe sayılarak, adeta ölüme terk edildiklerini dile getirdi. Temel sağlık hizmetlerine ayrılan payın yüzde 90`ını personel giderlerinin oluşturduğuna, 2006 bütçesinde yatırımlarla ilgili bir kalem olmadığına işaret eden Kahveci, sağlığın ticari bir meta haline geldiğini, sağlık kuruluşlarının işletmeye dönüştürüldüğünü hatırlatarak, hükümeti biran önce bu yanlış politikalardan dönmeye çağırdı. Lenf kanserlerinin ilaç paraları ödenmiyor Sağlıkta Dönüşüm Projesi`nin gerçek yüzü uygulanmaya başlamasıyla birlikte yavaş yavaş gün yüzüne çıkıyor. Myastania Gravis (Kas hastalığı) ve lenf kanseri hastalarının yaşadıkları, Sağlıkta dönüşüm ve Genel Sağlık Sigortası`nın problemlerini ortaya koydu. Sağlık Emekçileri Sendikası`nın Pratisyen Hekimlik Derneği ve hastalar ile düzenlediği basın toplantısında bu hastalıkların tedavisinde kullanılan ve hayati öneme sahip olan on ilacın dokuz tanesi piyasada bulunamadığı belirtildi. Piyasada bulunabilen tek ilacın ise IG VENA N adlı ilaç olduğunun belirtildiği açıklamada bu ilacın da fiyatının SSK`nın hastalığın tedavisinde kullanılan ilaçlar içen ödediği ücret limitinin üzerinde olduğu ifade edildi. Hastalar mağdur Toplantıda söz alan Yüksel Akçiçek oğlunun 6 yıldır Myastina Gravis hastası olduğunu belirtti. Akçiçek `Biz iki aydır ilacın farkını ödeyemediğimiz için IG VENA N adlı ilacı alamıyoruz. Benim eşim işçi, 450 milyon lira maaş alıyor. Oğlum için IG VENA N ilacını kullanmamız ve farkını ödememiz durumunda bize aylık 2500 YTL`ye mal oluyor. Bu maaşla bu fark nasıl karşılanır` diye sordu. Dört yıldır tedavi gören Yeliz Bengi ise ` 8 Mart`a kadar ilaçlarda hiçbir sıkıntı yoktu. Şu an piyasada bulunmayan IG VENA N adlı ilacın eşdeğerlerini kullanıyordum. Ama ne olduysa 8 Mart`tan itibaren eşdeğer ilaçlar birden ortadan kalktı ve biz IG VENA N ilacına mahkum olduk` diyor. Toplantıya Pratisyen Hekimlik Derneği adına katılan Dr. Hasan Değirmenci yaşanan durumun sağlıkta tasarrufun `ölüm` anlamına geldiğinin en iyi örneklerinden biri olduğunu söyledi. Adına `Sağlıkta dönüşüm Projesi` denen projeden bir an önce geri dönülmesi gerektiğini söyleyen Değirmenci, `Bu çöküş bir an önce durdurulmalı` dedi. SES İzmir Şube Başkanı Ergun Demir ise, `Asgari ücretle çalışan bir işçi bi parayı nasıl ödeyecek` diye sordu. Eşdeğer ilaçların fark ödemeden alınabilirken piyasada bulunamamasının tesadüf olmadığını kaydeden Demir, `Bu uluslar arası ilaç tekellerinin kar hırsının hastaların acıları üzerinden şekillendiğini gösteriyor` dedi. Sağlığımız Ayşe Teyze`ye emanet Sağlıkta Umut Vakfı`nın yaptığı bir araştırma, Türkiye`de hastalandığı halde sağlık hizmeti almayanların oranının yüzde 63.72 olduğunu ortaya koydu. Hekime başvurmak yerine kendi kendini tedavi etmeye ya da ilaç kullanmaya yönelenlerin en büyük gerekçesi ise `paralarının olmaması`. Bu kesimin `buzdağının görünmeyen yüzünü` oluşturduğunu belirten Prof. Dr. Mehtap Tatar ise, `Hastalananlar komşu Ayşe Teyze`ye başvuruyor` diyor. Sağlıkta Umut Vakfı`nın 2005`te yaptığı araştırmaya göre, Türkiye halkının yüzde 36.28`i hastalandığında sağlık hizmeti sunucularından tedavi alıyor. Yüzde 29.96`lık bir kesim ilaca ve tıbbi ürünlere başvururken, kendi kendini tedavi edenlerin oranı yüzde 19.33, hiçbir şey yapmayanların oranı ise yüzde 12.27. Teşhis testlerine başvuranlar yüzde 1.95, geleneksel hekime başvuranlar ise yüzde 0.21`lik bir grubu oluşturuyor. Hastalık halinde hiçbir şey yapmama ve tedaviye başvurmama nedenleri ise Türkiye`de sağlık hizmetlerinin paralı hale getirilmesinin sonuçlarına işaret ediyor. `Para olmaması` yüzde 47.7`lik oranla birinci sırada yer alırken, bunu yüzde 12.4 ile `Cahillik` izliyor. Araştırmacı İlaç Firmaları Derneği önceki gün düzenlediği panelde konuşan Hacettepe Üniversitesi Sağlık İdaresi Bölümü Başkanı Prof. Dr. Mehtap Tatar ise, sağlık hizmetine ihtiyaç duyduğu halde hizmet almayanların `buzdağının görünmeyen yüzü`nü oluşturduğunu kaydetti. 2003-2004 yıllarında yapılan hane halkı araştırmasının sonuçlarını aktaran Tatar, tedaviye ihtiyacı olduğunu düşünenlerin yüzde 13`ünün hiçbir şey yapmadığını, yüzde 10`unun kendi kendini tedavi ettiğini, yüzde 30`unun ise ilaca başvurduğunu söyledi. Tatar, `Hastalananlar komşu Ayşe Teyze`ye danışıyor, geleneksel yöntemlere başvuruyor` dedi. GSS daha da kötüleştirecek Türk Tabipleri Birliği Genel Sekreteri Orhan Odabaşı ise gazetemize yaptığı değerlendirmede Türkiye`de insanların sağlık arama davranışlarının düşük olduğuna dikkat çekerek, `Bunu kültüre bağlamak doğru değil. En önemli neden sağlık hizmetlerinin ücretli hale getirilmesi, örneğin eskiden ücretsiz hizmet veren sağlık ocaklarında 8 milyon muayane ücreti istenmesi. Sorun sadece hekime ulaşma, tanı, tedavi ve ilaç değil. İnsanlar aç, sağlıksız koşullarda yaşıyorlar.` dedi. Genel Sağlık Sigortası ile 127 YTL aylık geliri olanlardan 64 YTL prim isteneceğini, primini ödeyemeyenlerin de sağlık hizmeti alamayacağını belirten Odabaşı, `Primini ödeyemeyenler, anne, babasından duyduğu bilgileri kullanacak, kendi olanaklarıyla tedavi olmaya çalışacak. Sosyal Sigortalar ve GSS Yasası`nda da `kişilerin sağlığından kendilerinin sorumlu olduğu` açıkça ifade ediliyor. İnsanlara `başınızın çaresine bakın` deniliyor. Bunu kabul etmek mümkün değil` diye konuştu. Tedavi masrafları doktora Sağlık Bakanlığı, yeni bir genelge ile osteoporoz tedavisinin yılda birden fazla yapılamayacağını bildirdi. Bakanlık birden fazla tedaviyi gerekli gören doktora ise mali yükümlülük getirdi. Sağlık Bakanlığı`nın genelgesinde, `Kemik Mineral Yoğunluğu ve Osteoporoz ilaçları için gönderilen `Osteoporaz Tedavisi Endikasyon ve Güvenlik Formu`nun reçeteyi yazan doktor tarafından doldurulması, kaşelenip imzalanması (form 3 yılda bir doldurulacak ve 3 ayda bir de fotokopisi reçete eden hekim tarafından kaşelenip imzalanacaktır) ve kurumların bu konuda bilgilendirilerek, formun ancak uygun biçimde doldurulup imzalanması durumunda ilaçların geri ödemesinin yapılacağı kaydedildi. `Osteoporoz tedavisi son 6 ay içinde DEXA ile yapılan Kemik Mineral Yoğunluğu(KMY) ölçümü ile planlanır. DEXA ile yapılan KMY ölçümü en erken 1 yıl sonra tekrar edilebilir ve yılda birden daha sık yapılamaz` denilen genelgede, aktif D vitaminlerinin yalnızca kronik böbrek hastalığı, kronik karaciğer hastalığı, hipoparatiroldizm hastalarında veya 70 yaşın üzerindeki kişilerde kullanılabileceği, bunun dışındaki klinik durumlarda osteoporoz korunma ve tedavi için normal D vitaminleri kullanılacağı bildirildi. Genelgede, doktora `Hastaya osteoporoz tedavisi amacıyla verilen ilaç bilimsel endikasyon ve güvenlik ilkeleri dikkate alınarak reçete edilmiştir. Bu formda verilen yukarıdaki bilgilerin doğruluğunu beyan eder ve aksi durumda olası tıbbi/etik/hukuksal/mali süreçlerin sorumluluğunu kabul ederim` yazan bir belge imzalatılıyor. `Hastaların tedavisi kesilecek` Türk Tabipleri Birliği Genel Sekreteri Orhan Odabaşı, uygulamanın şu anda sağlık hizmeti alan insanların mağduriyetine yani tedavilerinin kesilmesine neden olacağını söylerken, uygulama mağdur olacak doktorların ilaç yazmakta da güçlük çekeceğini söyledi. Bakanlığın bilim ortamında kabul görmemiş kriterler getirdiğini ifade eden Odabaşı `Bakanlık sadece osteoporoz hastalığının değil, diğer hastalıkların tedavisine de kısıtlama getiriyor` dedi. Eski Sağlık Bakanı Osman Durmuş ise yaptığı açıklamada, genelge ile ilgili olarak `Bu çok çirkin bir şey. Doktora yazdığı reçeteden dolayı tehdit eder şekilde uyarılar yapılıyor, taahhütname imzalatılıyor. Doktorun yetkilerini kullanması sınırlandırılıyor. Reçeteye rağmen taahhütname imzalatılması yanlış. Bu mesleğe müdahaledir` dedi. Durmuş, Bakanlığın osteoporoz ve diğer hastalıkların tedavisine sınırlama getirmesini ise `Sağlıkta tasarruf öldürür` diyerek yorumladı

Gazetemize konuşan Durmuş; Kuş Gribi meselesinin arkasinda başka oyunlar oldugunu öne sürerek, Türkiye`de Cumhuriyetin ilanından beri bu hastalıktan kimsenin ölmediğini, asıl tehlikenin, Ankara`daki ölümcül salgın hastalıklar olduğunu, bunun da saklandığını iddia etti.

 

Mustafa İLTEKİN Bir sonuca varamadılar

 

Sayın bakan, şu anda işbaşında bulunan AKP

 

hükümetinin sağlık politikasını nasıl buluyorsunuz? Uyguladıkları politikanın beğendiğiniz ve beğenmediğiniz yönlerini kısaca belirtir misiniz?

 

Şimdi AKP hükümeti iktidara geldiğinde, bunlar kendilerince aylardır çalıştılar. `Acil Eylem Planı` diye ortaya çıktılar, Acil Eylem Planının ilgili maddeleri de benim dönemimde hazırladığım bir parti programının, bürokratlar tarafından bunlara aktarılmasından ibarettir. Söylediklerimi programa koymak için aylarca çalıştılar, fakat bir sonuca varamadılar. Sonunda `Bizden evvel neler yapılmış` deyip, bizim `kanun tasarısı` olarak hazırladığımız çalışmaları incelediler. `Ya, bunlar da güzelmiş, bunlari uygulayalim` dediler. Bunların kendilerine özgü bir programları olamadığı gibi, bizim programı da bizim düşünce mekanizmamızı esas alarak, mantığımızı esas alarak yapmıyorlar. Özgün bir programları yok

 

Dünya Bankası, IMF ve Özel Hastaneler Derneği bunları yönlendiriyor. Bunların yönlendirmesi de bizim programımıza taban tabana zıt. Taslağı, bizim, çerçevesi bizim, fakat uygulama biçimi tamamen ayrı bir program. Dolayısıyla özgün bir programları yok. `Yerel Yönetimler Yasası`nı getirdiler, `Kamu Yönetimi Reform Tasarısı`nı getirdiler. Burada bütün sağlık kurum ve kuruluşları ile sağlık hizmetini özel sektöre, yerel yönetimlere devretme kararı aldılar. Bizim programımızda böyle bir şey yok. Anayasanın 56. Maddesi diyor ki; temel sağlık hizmetleri, devlet eliyle yürütülür. Tedavi edici ve rehabilite edici hizmetlerde özel sektör bu işe girebilir. Bu manada AKP`nin kendine özgü bir programı yoktur, onun için de bizim getirdiğimiz mecburi hizmeti `bu ilkelliktir` diyerek kaldırdılar, sonra geri getirdiler. Vardiya bir zorunluluktur. Türkiye`deki hekimlerin yanlış dağılımına bağlı birzorunluluktur. Bunu da kaldırmaya kalktılar ama tamamıyla kaldıramadılar.

 

SSK`lılara üvey evlat muamelesi

 

SSK`lı işçiler de Türkiye Cumhuriyetinin eşit vatandaşlarıdır. 2. Sınıf, 3. Sınıf bir sağlık hizmeti almamalılar, eşit almalılar dedik ve Sağlık Bakanlığı hastanelerinden istifade etmeliler dedik; bunu uyguladılar ama bunda da bir sürü sıkıntılar ve problemler çıkardılar. Şimdi, ülkemizdeki sağlık probleminin birinci önceliği, personeldir; nitelikli personeldir. Niteliklipersonelin dengeli dağılımını beceremiyorlar. Mecburi hizmeti kaldırdılar, beceremediler. Mecburi hizmeti geri getirdiler, bazı yerlerde güvenlik problemi çıktığı için, şimdi de doktor gitmiyor, hemşire gitmiyor, ebe gitmiyor. İstifa ediyor ve çalışmıyor.

 

Çalışanlara güven vermediler

 

AKP, sağlık çalışanlarına güven vermedi. Sağlık bakanı çıkıyor; `bıçak parası adı altında vatandaşı soyuyorlar` diyor. Başbakan çıkıyor; `özel hastaneler, vatandaşı kaz gibi yolmasınlar` diyor. Yani hekimler ve sağlık çalışanları, AKP tarafından `düşman` ilan edilmiş durumda. Halbuki hekim ve sağlık çalışanı, toplumun ruh sağlığını, beden sağlığını sağlıklı bir şekilde düşünmesi gereken, huzurlu olması gereken bir personeldir. Onların huzurunu kaçırdılar, özgüvenlerini yitirmelerine sebep oldular. Onlar da bu hükümete güvenmiyorlar ve verecekleri hizmeti, sanki bu hükümetin hizmetiymiş gibi görüyorlar, bunun için de hizmet vermek istemiyorlar. Halbuki hizmet, vatanın, milletin hizmeti. Ama sağlık personelini bu kadar sağa - sola sürgün eder, güven vermezsen, özlük hakları bakımından ayrıcalıklar yaparsan olacağı buydu. Halbuki sağlık çalışanlarımızın 17 Ağustos zamanında verdiği insanüstü hizmet, tüm dünyada takdirle karşılanmıştı. Sağlık personeli önceden, ` ben vatana, millete, bütün insanlığa hizmet ediyorum, verdiğim hizmet kutsaldır` diye düşünürken şimdi, `sağlık hizmeti ticari bir iştir, çıkar ilişkisine dayanır` diye düşünmektedir ve onlari bu noktaya AKP hükümeti getirmiştir. Zaten bu insanlar, AKP sayesinde Özel Hastanelerde ve Sağlık kuruluşlarında tüccarların, müteahhitlerin hizmetinde çalışmak zorunda bırakılmışlardır. Mecburi hizmete giden yok

 

Şu anda sağlık personeli nitelik mi değiştiriliyor?

 

Sıkıntının kaynağı bu mudur?

 

Zaten kaliteli personelin çoğu gitti ve yerlerine 2. Sınıf, 3.sınıf ınsanlar getirdiler. Tabii bu sınıflama, mesleki bir sınıflamadır. Her neyse, biz de bazı personeli görevden aldık, bazısının yerini değiştirdik. Bunların içinde kendi getirdiklerimiz de vardi. Ama biz bunu niçin yaptık biliyor musunuz? Bunlarin ehliyetine, baktik, liyakatine, sadakatine baktık Işi yürütebiliyorsa devam ettirdik, yürütemiyorsa da daha iyi yürütecek birini getirdik. Bunlar kurmuş olduğumuz düzeni de bozdular. Şu anda saglik ocaklarinin yüzde 50-55`i boş. Mecburi hizmet var ama giden yok... Böyle bir sıkıntı var. Tuzağa gelmedik

 

57. Hükümetin en renkli ve en başarılı bakanlarından birisi idiniz. `Oktay Babuna` meselesinde olduğu gibi, deprem sonrasındaki tavırlarınızda olduğu gibi bazı karar ve icraatlarınız önce eleştirilse de sonradan haklılığınız meydana çıktı. Şunu sormak istiyorum; Mesela `Babuna` olayını ele alalım. Bu olayda Türk milletine kurulan tuzağı nasıl farkettiniz? Fakat bu soruya cevap vermeden önce hafızalarımızı tazelemek için bu `Babuna` hadisesini kısaca özetler misiniz? Biz hükümete geldiğimizde, bizden önceki hükümet döneminde bir doktor arkadaşımızın `kronik lenfoster lösemi` olduğu belirtildi ve onu kurtarmak amacıyla

 

kemik iliği toplamak için bir kampanya yürütüldü. Ama, bu kampanyanın arkasında art niyet vardı. Sayın Babuna, kronik lenfoster lösemi olduğu için, kemik iliği naklinden istifade edemeyecek bir kişi... Dolayısıyla bu kemik ilikleri Oktay Babuna için toplanmıyordu. Yurt dışında Uluslararası bir `Kemik İliği Bilgi Bankası` kurulmak isteniyordu, bu bilgilerimiz oraya götürülüyordu. Ama genetik niteliğimizi belirten bu bilgiler oraya götürülürken bazı tıbbi kurallara da riayet edilmemişti. Türkiye`nin belli bölgelerinden kan toplanmıştı. Ama bu kanlar, zannedildiği gibi bugün etnik ayrımcılığın körüklendiği bölgelerde değil, Batı bölgelerimizde toplanmıştı. Biliyorsunuz buralar, Traklar, İyonlar Firigyalılar, Lidyalılar gibi bazı eski medeniyetleri kuranların yaşamış olduğu yerdi ve kanları bölgelerden topluyorlardı. Bu konulara daha fazla girmeyeceğim ama şunu söyleyeyim; bu bilgilerde bir barkod sistemine bile uygulanmıyordu. Dünyada uygulanması mümkün olmayan çok çirkin, çok ilkel, çok acemi bir üslupla tüm bilgilerimiz yurt dışına taşındı. İşin tuhaf yanı; bu kanı götürenlerin arkasında bir `Alman Vakfı` olan `Stefan Volf` Vakfı vardı. Tezgahın üç ayağı

 

Aslında tezgahın üç ayağı vardı. Birisi; Alman Vakfı, diğeri Oktay Babuna, üçüncüsü de Adnan Hoca ekibi. Yetki de zamanın İstanbul valisi olan Erol Çakır`dan alınmış. Sanki İstanbul valisi, bütün Türkiye`de yetkiliymiş gibi. Kampanya böylece yayilmaya başlamiş ve devletin üst düzey yöneticileri de `insani bir kampanyadır` düşüncesiyle bu kampanyayi sonuna kadar desteklemişler. Bir tarafta, kumbaralar konulmuş, paralar toplaniyor, bir tarafta kanlar yurtdişina gönderiliyor. Kanlar sadece bir ülkeye gönderilse iyi, Çin`e, Tayvan`a, Japonya`ya, Almanya`ya, Amerika`ya yani birçok ülkeye gönderiliyor. Ve bizim kanlarımızın genetik sonuçları şu anda Almanya`da... Bilgileri bize de vermediler. Şimdi bunlara kan veren herkesin kimlik bilgilerine ulaşabilirler.

 

Siz iade talebinde bulundunuz mu?

 

Bulundum. Biz, bu bilgilerin bize verilmesi halinde `Kemik İliği Bilgi Bankası` kuracağımızı ve bunu, dünyada ihtiyacı olan herkesle paylaşacağımızı söyledik. Ücretini de ödemeyi teklif ettik, fakat reddettiler. Genetik bilgilerimizin başkalarının elinde bulunmasını sadece maddi sebeplerle açıklamak mümkün mü?

 

Hayır, hayır! O halde bunun anlamı nedir?

 

Şimdi insan genomu diye, insanın genetik haritasını çıkardılar 2001, 2002 yılında... Bu, bizim kanlar gittikten sonra tamamlandı. Bu konuda bütün dünyada 8 9 komisyon çalışıyor. Bunlardan bir tanesi de özel bir komisyon. Bunlarla karşılıklı olarak bu bilgileri paylaşacaktık, fakat özel olan buna yanaşmadı. Bu bilgileri biyolojik silah yapımından tutun, birçok hastalığın tedavisinde kullanabilirsiniz. Aynı nükleer çalışmalar gibi düşünebilirsiniz. İster insanlığın hizmetinde kullanabilirsiniz, isterseniz insanlığın imhasında. Organ nakli, doku nakli çalışmalarında da kullanabilirsiniz, insanları toplu olarak imha edecek biyolojik silah da yapabilirsiniz. Her iki alanda da çalışmalar halen devam ediyor. Dolayısıyla bu bilgiler güvenli merkezlerde olması gerekirken, bunun ticaretini de yapan, çeşitli pazarlıklara açık bir Amerikan özel şirketinin de elinde bulunmaktadır. Amaçları birliğimizi bozmaktı

 

İşin bir başka boyutu daha var. O boyutu ben çok fazla kurcalamak istemiyorum ama birileri Türkiye`de Ermeni de var, Kürt de var diyerek ayrımcılık yaparken, bize de `vatanınızda Türk yokmuş, bakın genetik şifreleriniz burada` diye dezenformasyona dayalı manüpilasyon yaparak, yani saptırılmış bilgi ile çıkar sağlayarak vatanın birlik ve beraberliğini bozmak isteyebilir. Halbuki bu genetik bilgiler, milletlerin şifrelerini açıklamaktan uzaktır. Çünkü, bazı canlıların genetik özellikleri benzerlikler gösterirler. Burada şunu da belirtmeliyim ki, ırkların genetik şifresini araştıranlar, dünyada hep Almanlar olmuştur. Bu işin arkasında da Stefan

 

Volf vakfı vardır. Türkiye`nin milli birlik ve bütünlüğünü bozmak isteyenler, federatif yapılanmayı teşvik edenler, Amerikalılar, AB ülkeleri, onların işbirlikçisi AKP hükümeti, onun genetik altyapı propagandasını hazırlamak istiyorlar. Yalnız bu malzeme, böyle bir propagandanın sahih, ilmi malzemesi olamaz. Ama onların niyetleri bu. Milletimizin kafasını karıştırıp, beynini yıkayarak milli şuuru yok etmek istiyorlar. Bizim önünü kesmek istediğimiz şey, işte buydu.

 

Yani bunlar resmen ırkçılık yapıyorlar.

 

Tabii. Bu işlerin arkasında kim varsa ve o zaman bize kim saldırdıysa, asıl ırkçı onlardır. Biz, kendisini Türk hisseden, Türklük gurur ve şuurunu taşıyan herkesi Türk kabul ederiz. Kendisini Türk olarak kabul etmeyen ise kim olursa olsun Türk olarak

 

değerlendirmeyiz. Onun için, gün, bizi kemik iliğimize kadar istismar edenlere fırsat vermeme günüdür. Gün, vatanın bir santimini bile koruyup, kimseye vermemek için milli duruşu daha kararlı bir şekilde sergileme günüdür. Şimdi de Türk milleti adeta `Kuş Gribi` ile yatıp,`Kuş Gribi` ile kalkıyor. Nedir bu `Kuş Gribi`? Bu konuyu bize `kendi tarzınızla` anlatır mısınız?

 

Şimdi efendim, 59. Hükümet yani Tayyip Erdoğan hükümeti, milletimizin alışık olmadığı bir yönetim biçimi ile ülkeyi yönetiyor, aslında yönetemiyor demek daha doğru. Göreve geldikleri günden beri `tacir siyaseti` uygulamaya başladilar `biz satarız` dediler, `biz pazarlarız` dediler. Bunlar kendi itiraflarıdır. AKP dış ilişkileri, özellikle de AB ile olan ilişkileri, sürekli olarak taviz vererek yürütüyor, yürütmek zorunda kalıyor. Verdiği her taviz, Türk milletinin geleceğini ipotek altına almaya yönelik olmaktadır. Bunu Türk milletinden saklamak için devamlı olarak `sun`i gündem` yaratmaya çalışmaktadırlar. Bir gün bi bakıyorsunuz, `hastanede bebek ölümleri`, sonra bi bakıyorsunuz `kuş gribi`, o unutulmaya yüz tutunca bi bakıyorsunuz, `bakımevinde kalan zavallı çocuklara yapılan işkenceler.` Gayeleri;

 

kendilerine karşı muhalefet yükseldiği anda önüne geçmek. İnsana bulaşmaz

 

Yani gündem mi saptiriyorlar?

 

Evet, gündem saptiriyorlar. Sorunuza gelecek olursak; Türkiye`de yaygın bir kuş gribi yoktur, kuş gribinden ölen bir insan da yoktur. Kuş gribi zaten, insana kolay geçmeyen bir hastalıktır. Türkiye`de gripten ölen kimseler olur ama bu insan gribi ile olur, kuş gribi ile olmaz. Birakin bu yili Türkiye Cumhuriyeti kuruldugu yildan bu yana, ülkemizde kuş gribinden ölen bir kişi bile yoktur. Yoksa kuş gribi, genetik yapısından dolayı insana bulaşamaz. Domuzlardan bulaşıyor

 

Ama başka ülkelerde, insanlarin kuş gribinden öldügü haberleri geliyor.

 

Orada hadise şu: Özellikle Uzak Asya`da kümes hayvanlarının barındığı yerler ile domuz çiftlikleri yan yanadır. Domuzlar bu H5 N1 denilen virüsü kuşlardan alarak insanlara bulaştırır. Burada `gen kayması` dediğimiz hadise var. Genler,domuzlarda insana taşınma özelliği kazanıyor. Ondaki reseptörler bunu insana taşıyor. Onun için, uzak doğuda hayvan bakıcısı insanlardan 60 tanesi ölmüştür. Domuzla ilişkisi olanlar bu virüsü domuzdan alırsa, diğer insanlara taşıyabilir. Onun da tedbiri alındı...

 

Kırmızı beyaz rekabeti

 

Buna göre, Müslüman ülkelerde risk yok mu?

 

Hayır, hayır. Müslüman ülkeler bundan aridir. Yalnız domuz çiftlikleri risk faktörünü artırıyor. Her ne kadar Müslüman olsak da ülkemizde de domuz çiftlikleri var ama neyse ki yaygın değil. Şu anda Türkiye için bir bulaşma riski yok. Ama bu demek değildir ki, tedbir almayalım. Dezenfekte yapılmalı, karantina yapılmalı; bunlar olmalı. Şimdi bu işin perde arkasında, kırmızı etçilerle beyaz etçiler arasındaki rekabet vardır. Bunun perde arkasında, büyükbaş hayvan kaçakçıları ile kırmızı et ithalatçılarının çıkarları yatmaktadır. Diğer bir perde arkası ise aşı ithalatçılarının rantı söz konusudur. Gündem değiştirme operasyonu

 

Konuya insan sağlığını temel alarak bakarsak, kuş gribinin insan sağlığı üzerindeki risk oranı nedir?

 

Ankara`da, sulardan bulaşan hastalıklardan insanlar ölüyor. Belçikalılar, `Türkiye`de görevli 5 vatandaşımızda, koleraya rastlandi` diyor. Ankara`da kolera olduğu iddia ediliyor. Ayrıca Ankara`da tifo var, dizanteri var, kızamık var. Bunların hepsi de öldürücü hastalık. Ve hepsi de kuş gribinin yanında çok daha ciddi hastalıklardır. Dolayısıyla bu `Kuş Gribi` vakası, gündem değiştirme operasyonunun bir parçasıdır. Kim yaydı `Kuş Gribi` salgını haberini? Hükümetin Tarım Bakanı... Peki, Malatya`da meydana gelen çocuk yurdu haberini kim yaptı? Star televizyonu... Star televizyonu şu anda TMSF`nin elinde ve hükümetin elinde şu anda. Şimdi, nasıl oluyor da hükümet kendi aleyhindeki haberleri çıkarıyor. Sakladıkları daha önemli de onun için. Olay bundan ibaret.

 

Verdiginiz bu ilginç ve önemli bilgiler için çok teşekkür ederim. Eklemek istediginiz bir başka bir şey var mı?

 

Yani şimdi bu AKP iktidari, milletimiz için, kuş gribinden çok daha fazla tehlike arz etmektedir. Önce ondan kurtulmaliyiz. Gazetemize konuşan Durmuş; Kuş Gribi meselesinin arkasinda başka oyunlar oldugunu öne sürerek, Türkiye`de Cumhuriyetin ilanından beri bu hastalıktan kimsenin ölmediğini, asıl tehlikenin, Ankara`daki ölümcül salgın hastalıklar olduğunu, bunun da saklandığını iddia etti.

 

Mustafa İLTEKİN Bir sonuca varamadılar

 

Sayın bakan, şu anda işbaşında bulunan AKP

 

hükümetinin sağlık politikasını nasıl buluyorsunuz? Uyguladıkları politikanın beğendiğiniz ve beğenmediğiniz yönlerini kısaca belirtir misiniz?

 

Şimdi AKP hükümeti iktidara geldiğinde, bunlar kendilerince aylardır çalıştılar. `Acil Eylem Planı` diye ortaya çıktılar, Acil Eylem Planının ilgili maddeleri de benim dönemimde hazırladığım bir parti programının, bürokratlar tarafından bunlara aktarılmasından ibarettir. Söylediklerimi programa koymak için aylarca çalıştılar, fakat bir sonuca varamadılar. Sonunda `Bizden evvel neler yapılmış` deyip, bizim `kanun tasarısı` olarak hazırladığımız çalışmaları incelediler. `Ya, bunlar da güzelmiş, bunlari uygulayalim` dediler. Bunların kendilerine özgü bir programları olamadığı gibi, bizim programı da bizim düşünce mekanizmamızı esas alarak, mantığımızı esas alarak yapmıyorlar. Özgün bir programları yok

 

Dünya Bankası, IMF ve Özel Hastaneler Derneği bunları yönlendiriyor. Bunların yönlendirmesi de bizim programımıza taban tabana zıt. Taslağı, bizim, çerçevesi bizim, fakat uygulama biçimi tamamen ayrı bir program. Dolayısıyla özgün bir programları yok. `Yerel Yönetimler Yasası`nı getirdiler, `Kamu Yönetimi Reform Tasarısı`nı getirdiler. Burada bütün sağlık kurum ve kuruluşları ile sağlık hizmetini özel sektöre, yerel yönetimlere devretme kararı aldılar. Bizim programımızda böyle bir şey yok. Anayasanın 56. Maddesi diyor ki; temel sağlık hizmetleri, devlet eliyle yürütülür. Tedavi edici ve rehabilite edici hizmetlerde özel sektör bu işe girebilir. Bu manada AKP`nin kendine özgü bir programı yoktur, onun için de bizim getirdiğimiz mecburi hizmeti `bu ilkelliktir` diyerek kaldırdılar, sonra geri getirdiler. Vardiya bir zorunluluktur. Türkiye`deki hekimlerin yanlış dağılımına bağlı birzorunluluktur. Bunu da kaldırmaya kalktılar ama tamamıyla kaldıramadılar.

 

SSK`lılara üvey evlat muamelesi

 

SSK`lı işçiler de Türkiye Cumhuriyetinin eşit vatandaşlarıdır. 2. Sınıf, 3. Sınıf bir sağlık hizmeti almamalılar, eşit almalılar dedik ve Sağlık Bakanlığı hastanelerinden istifade etmeliler dedik; bunu uyguladılar ama bunda da bir sürü sıkıntılar ve problemler çıkardılar. Şimdi, ülkemizdeki sağlık probleminin birinci önceliği, personeldir; nitelikli personeldir. Niteliklipersonelin dengeli dağılımını beceremiyorlar. Mecburi hizmeti kaldırdılar, beceremediler. Mecburi hizmeti geri getirdiler, bazı yerlerde güvenlik problemi çıktığı için, şimdi de doktor gitmiyor, hemşire gitmiyor, ebe gitmiyor. İstifa ediyor ve çalışmıyor.

 

Çalışanlara güven vermediler

 

AKP, sağlık çalışanlarına güven vermedi. Sağlık bakanı çıkıyor; `bıçak parası adı altında vatandaşı soyuyorlar` diyor. Başbakan çıkıyor; `özel hastaneler, vatandaşı kaz gibi yolmasınlar` diyor. Yani hekimler ve sağlık çalışanları, AKP tarafından `düşman` ilan edilmiş durumda. Halbuki hekim ve sağlık çalışanı, toplumun ruh sağlığını, beden sağlığını sağlıklı bir şekilde düşünmesi gereken, huzurlu olması gereken bir personeldir. Onların huzurunu kaçırdılar, özgüvenlerini yitirmelerine sebep oldular. Onlar da bu hükümete güvenmiyorlar ve verecekleri hizmeti, sanki bu hükümetin hizmetiymiş gibi görüyorlar, bunun için de hizmet vermek istemiyorlar. Halbuki hizmet, vatanın, milletin hizmeti. Ama sağlık personelini bu kadar sağa - sola sürgün eder, güven vermezsen, özlük hakları bakımından ayrıcalıklar yaparsan olacağı buydu. Halbuki sağlık çalışanlarımızın 17 Ağustos zamanında verdiği insanüstü hizmet, tüm dünyada takdirle karşılanmıştı. Sağlık personeli önceden, ` ben vatana, millete, bütün insanlığa hizmet ediyorum, verdiğim hizmet kutsaldır` diye düşünürken şimdi, `sağlık hizmeti ticari bir iştir, çıkar ilişkisine dayanır` diye düşünmektedir ve onlari bu noktaya AKP hükümeti getirmiştir. Zaten bu insanlar, AKP sayesinde Özel Hastanelerde ve Sağlık kuruluşlarında tüccarların, müteahhitlerin hizmetinde çalışmak zorunda bırakılmışlardır. Mecburi hizmete giden yok

 

Şu anda sağlık personeli nitelik mi değiştiriliyor?

 

Sıkıntının kaynağı bu mudur?

 

Zaten kaliteli personelin çoğu gitti ve yerlerine 2. Sınıf, 3.sınıf ınsanlar getirdiler. Tabii bu sınıflama, mesleki bir sınıflamadır. Her neyse, biz de bazı personeli görevden aldık, bazısının yerini değiştirdik. Bunların içinde kendi getirdiklerimiz de vardi. Ama biz bunu niçin yaptık biliyor musunuz? Bunlarin ehliyetine, baktik, liyakatine, sadakatine baktık Işi yürütebiliyorsa devam ettirdik, yürütemiyorsa da daha iyi yürütecek birini getirdik. Bunlar kurmuş olduğumuz düzeni de bozdular. Şu anda saglik ocaklarinin yüzde 50-55`i boş. Mecburi hizmet var ama giden yok... Böyle bir sıkıntı var. Tuzağa gelmedik

 

57. Hükümetin en renkli ve en başarılı bakanlarından birisi idiniz. `Oktay Babuna` meselesinde olduğu gibi, deprem sonrasındaki tavırlarınızda olduğu gibi bazı karar ve icraatlarınız önce eleştirilse de sonradan haklılığınız meydana çıktı. Şunu sormak istiyorum; Mesela `Babuna` olayını ele alalım. Bu olayda Türk milletine kurulan tuzağı nasıl farkettiniz? Fakat bu soruya cevap vermeden önce hafızalarımızı tazelemek için bu `Babuna` hadisesini kısaca özetler misiniz? Biz hükümete geldiğimizde, bizden önceki hükümet döneminde bir doktor arkadaşımızın `kronik lenfoster lösemi` olduğu belirtildi ve onu kurtarmak amacıyla

 

kemik iliği toplamak için bir kampanya yürütüldü. Ama, bu kampanyanın arkasında art niyet vardı. Sayın Babuna, kronik lenfoster lösemi olduğu için, kemik iliği naklinden istifade edemeyecek bir kişi... Dolayısıyla bu kemik ilikleri Oktay Babuna için toplanmıyordu. Yurt dışında Uluslararası bir `Kemik İliği Bilgi Bankası` kurulmak isteniyordu, bu bilgilerimiz oraya götürülüyordu. Ama genetik niteliğimizi belirten bu bilgiler oraya götürülürken bazı tıbbi kurallara da riayet edilmemişti. Türkiye`nin belli bölgelerinden kan toplanmıştı. Ama bu kanlar, zannedildiği gibi bugün etnik ayrımcılığın körüklendiği bölgelerde değil, Batı bölgelerimizde toplanmıştı. Biliyorsunuz buralar, Traklar, İyonlar Firigyalılar, Lidyalılar gibi bazı eski medeniyetleri kuranların yaşamış olduğu yerdi ve kanları bölgelerden topluyorlardı. Bu konulara daha fazla girmeyeceğim ama şunu söyleyeyim; bu bilgilerde bir barkod sistemine bile uygulanmıyordu. Dünyada uygulanması mümkün olmayan çok çirkin, çok ilkel, çok acemi bir üslupla tüm bilgilerimiz yurt dışına taşındı. İşin tuhaf yanı; bu kanı götürenlerin arkasında bir `Alman Vakfı` olan `Stefan Volf` Vakfı vardı. Tezgahın üç ayağı

 

Aslında tezgahın üç ayağı vardı. Birisi; Alman Vakfı, diğeri Oktay Babuna, üçüncüsü de Adnan Hoca ekibi. Yetki de zamanın İstanbul valisi olan Erol Çakır`dan alınmış. Sanki İstanbul valisi, bütün Türkiye`de yetkiliymiş gibi. Kampanya böylece yayilmaya başlamiş ve devletin üst düzey yöneticileri de `insani bir kampanyadır` düşüncesiyle bu kampanyayi sonuna kadar desteklemişler. Bir tarafta, kumbaralar konulmuş, paralar toplaniyor, bir tarafta kanlar yurtdişina gönderiliyor. Kanlar sadece bir ülkeye gönderilse iyi, Çin`e, Tayvan`a, Japonya`ya, Almanya`ya, Amerika`ya yani birçok ülkeye gönderiliyor. Ve bizim kanlarımızın genetik sonuçları şu anda Almanya`da... Bilgileri bize de vermediler. Şimdi bunlara kan veren herkesin kimlik bilgilerine ulaşabilirler.

 

Siz iade talebinde bulundunuz mu?

 

Bulundum. Biz, bu bilgilerin bize verilmesi halinde `Kemik İliği Bilgi Bankası` kuracağımızı ve bunu, dünyada ihtiyacı olan herkesle paylaşacağımızı söyledik. Ücretini de ödemeyi teklif ettik, fakat reddettiler. Genetik bilgilerimizin başkalarının elinde bulunmasını sadece maddi sebeplerle açıklamak mümkün mü?

 

Hayır, hayır! O halde bunun anlamı nedir?

 

Şimdi insan genomu diye, insanın genetik haritasını çıkardılar 2001, 2002 yılında... Bu, bizim kanlar gittikten sonra tamamlandı. Bu konuda bütün dünyada 8 9 komisyon çalışıyor. Bunlardan bir tanesi de özel bir komisyon. Bunlarla karşılıklı olarak bu bilgileri paylaşacaktık, fakat özel olan buna yanaşmadı. Bu bilgileri biyolojik silah yapımından tutun, birçok hastalığın tedavisinde kullanabilirsiniz. Aynı nükleer çalışmalar gibi düşünebilirsiniz. İster insanlığın hizmetinde kullanabilirsiniz, isterseniz insanlığın imhasında. Organ nakli, doku nakli çalışmalarında da kullanabilirsiniz, insanları toplu olarak imha edecek biyolojik silah da yapabilirsiniz. Her iki alanda da çalışmalar halen devam ediyor. Dolayısıyla bu bilgiler güvenli merkezlerde olması gerekirken, bunun ticaretini de yapan, çeşitli pazarlıklara açık bir Amerikan özel şirketinin de elinde bulunmaktadır. Amaçları birliğimizi bozmaktı

 

İşin bir başka boyutu daha var. O boyutu ben çok fazla kurcalamak istemiyorum ama birileri Türkiye`de Ermeni de var, Kürt de var diyerek ayrımcılık yaparken, bize de `vatanınızda Türk yokmuş, bakın genetik şifreleriniz burada` diye dezenformasyona dayalı manüpilasyon yaparak, yani saptırılmış bilgi ile çıkar sağlayarak vatanın birlik ve beraberliğini bozmak isteyebilir. Halbuki bu genetik bilgiler, milletlerin şifrelerini açıklamaktan uzaktır. Çünkü, bazı canlıların genetik özellikleri benzerlikler gösterirler. Burada şunu da belirtmeliyim ki, ırkların genetik şifresini araştıranlar, dünyada hep Almanlar olmuştur. Bu işin arkasında da Stefan

 

Volf vakfı vardır. Türkiye`nin milli birlik ve bütünlüğünü bozmak isteyenler, federatif yapılanmayı teşvik edenler, Amerikalılar, AB ülkeleri, onların işbirlikçisi AKP hükümeti, onun genetik altyapı propagandasını hazırlamak istiyorlar. Yalnız bu malzeme, böyle bir propagandanın sahih, ilmi malzemesi olamaz. Ama onların niyetleri bu. Milletimizin kafasını karıştırıp, beynini yıkayarak milli şuuru yok etmek istiyorlar. Bizim önünü kesmek istediğimiz şey, işte buydu.

 

Yani bunlar resmen ırkçılık yapıyorlar.

 

Tabii. Bu işlerin arkasında kim varsa ve o zaman bize kim saldırdıysa, asıl ırkçı onlardır. Biz, kendisini Türk hisseden, Türklük gurur ve şuurunu taşıyan herkesi Türk kabul ederiz. Kendisini Türk olarak kabul etmeyen ise kim olursa olsun Türk olarak

 

değerlendirmeyiz. Onun için, gün, bizi kemik iliğimize kadar istismar edenlere fırsat vermeme günüdür. Gün, vatanın bir santimini bile koruyup, kimseye vermemek için milli duruşu daha kararlı bir şekilde sergileme günüdür. Şimdi de Türk milleti adeta `Kuş Gribi` ile yatıp, `Kuş Gribi` ile kalkıyor. Nedir bu `Kuş Gribi`? Bu konuyu bize `kendi tarzınızla` anlatır mısınız?

 

Şimdi efendim, 59. Hükümet yani Tayyip Erdoğan hükümeti, milletimizin alışık olmadığı bir yönetim biçimi ile ülkeyi yönetiyor, aslında yönetemiyor demekx daha doğru. Göreve geldikleri günden beri `tacir siyaseti` uygulamaya başladilar `biz satarız` dediler, `biz pazarlarız` dediler. Bunlar kendi itiraflarıdır. AKP dış ilişkileri, özellikle de AB ile olan ilişkileri, sürekli olarak taviz vererek yürütüyor, yürütmek zorunda kalıyor. Verdiği her taviz, Türk milletinin geleceğini ipotek altına almaya yönelik olmaktadır. Bunu Türk milletinden saklamak için devamlı olarak `sun`i gündem` yaratmaya çalışmaktadırlar. Bir gün bi bakıyorsunuz, `hastanede bebek ölümleri`, sonra bi bakıyorsunuz `kuş gribi`, o unutulmaya yüz tutunca bi bakıyorsunuz, `bakımevinde kalan zavallı çocuklara yapılan işkenceler.` Gayeleri;

 

kendilerine karşı muhalefet yükseldiği anda önüne geçmek. İnsana bulaşmaz

 

Yani gündem mi saptiriyorlar?

 

Evet, gündem saptiriyorlar. Sorunuza gelecek olursak; Türkiye`de yaygın bir kuş gribi yoktur, kuş gribinden ölen bir insan da yoktur. Kuş gribi zaten, insana kolay geçmeyen bir hastalıktır. Türkiye`de gripten ölen kimseler olur ama bu insan gribi ile olur, kuş gribi ile olmaz. Birakin bu yili Türkiye Cumhuriyeti kuruldugu yildan bu yana, ülkemizde kuş gribinden ölen bir kişi bile yoktur. Yoksa kuş gribi, genetik yapısından dolayı insana bulaşamaz. Domuzlardan bulaşıyor

 

Ama başka ülkelerde, insanlarin kuş gribinden öldügü haberleri geliyor.

 

Orada hadise şu: Özellikle Uzak Asya`da kümes hayvanlarının barındığı yerler ile domuz çiftlikleri yan yanadır. Domuzlar bu H5 N1 denilen virüsü kuşlardan alarak insanlara bulaştırır. Burada `gen kayması` dediğimiz hadise var. Genler,domuzlarda insana taşınma özelliği kazanıyor. Ondaki reseptörler bunu insana taşıyor. Onun için, uzak doğuda hayvan bakıcısı insanlardan 60 tanesi ölmüştür. Domuzla ilişkisi olanlar bu virüsü domuzdan alırsa, diğer insanlara taşıyabilir. Onun da tedbiri alındı...

 

Kırmızı beyaz rekabeti

 

Buna göre, Müslüman ülkelerde risk yok mu?

 

Hayır, hayır. Müslüman ülkeler bundan aridir. Yalnız domuz çiftlikleri risk faktörünü artırıyor. Her ne kadar Müslüman olsak da ülkemizde de domuz çiftlikleri var ama neyse ki yaygın değil. Şu anda Türkiye için bir bulaşma riski yok. Ama bu demek değildir ki, tedbir almayalım. Dezenfekte yapılmalı, karantina yapılmalı; bunlar olmalı. Şimdi bu işin perde arkasında, kırmızı etçilerle beyaz etçiler arasındaki rekabet vardır. Bunun perde arkasında, büyükbaş hayvan kaçakçıları ile kırmızı et ithalatçılarının çıkarları yatmaktadır. Diğer bir perde arkası ise aşı ithalatçılarının rantı söz konusudur. Gündem değiştirme operasyonu

 

Konuya insan sağlığını temel alarak bakarsak, kuş gribinin insan sağlığı üzerindeki risk oranı nedir?

 

Ankara`da, sulardan bulaşan hastalıklardan insanlar ölüyor. Belçikalılar, `Türkiye`de görevli 5 vatandaşımızda, koleraya rastlandi` diyor. Ankara`da kolera olduğu iddia ediliyor. Ayrıca Ankara`da tifo var, dizanteri var, kızamık var. Bunların hepsi de öldürücü hastalık. Ve hepsi de kuş gribinin yanında çok daha ciddi hastalıklardır. Dolayısıyla bu `Kuş Gribi` vakası, gündem değiştirme operasyonunun bir parçasıdır. Kim yaydı `Kuş Gribi` salgını haberini? Hükümetin Tarım Bakanı... Peki, Malatya`da meydana gelen çocuk yurdu haberini kim yaptı? Star televizyonu... Star televizyonu şu anda TMSF`nin elinde ve hükümetin elinde şu anda. Şimdi, nasıl oluyor da hükümet kendi aleyhindeki haberleri çıkarıyor. Sakladıkları daha önemli de onun için. Olay bundan ibaret.

 

Verdiginiz bu ilginç ve önemli bilgiler için çok teşekkür ederim. Eklemek istediginiz bir başka bir şey var mı?

 

Yani şimdi bu AKP iktidari, milletimiz için, kuş gribinden çok daha fazla tehlike arz etmektedir. Önce ondan kurtulmaliyiz. Gazetemize konuşan Durmuş; Kuş Gribi meselesinin arkasinda başka oyunlar oldugunu öne sürerek, Türkiye`de Cumhuriyetin ilanından beri bu hastalıktan kimsenin ölmediğini, asıl tehlikenin, Ankara`daki ölümcül salgın hastalıklar olduğunu, bunun da saklandığını iddia etti.

 

Mustafa İLTEKİN Bir sonuca varamadılar

 

Sayın bakan, şu anda işbaşında bulunan AKP

 

hükümetinin sağlık politikasını nasıl buluyorsunuz? Uyguladıkları politikanın beğendiğiniz ve beğenmediğiniz yönlerini kısaca belirtir misiniz?

 

Şimdi AKP hükümeti iktidara geldiğinde, bunlar kendilerince aylardır çalıştılar. `Acil Eylem Planı` diye ortaya çıktılar, Acil Eylem Planının ilgili maddeleri de benim dönemimde hazırladığım bir parti programının, bürokratlar tarafından bunlara aktarılmasından ibarettir. Söylediklerimi programa koymak için aylarca çalıştılar, fakat bir sonuca varamadılar. Sonunda `Bizden evvel neler yapılmış` deyip, bizim `kanun tasarısı` olarak hazırladığımız çalışmaları incelediler. `Ya, bunlar da güzelmiş, bunlari uygulayalim` dediler. Bunların kendilerine özgü bir programları olamadığı gibi, bizim programı da bizim düşünce mekanizmamızı esas alarak, mantığımızı esas alarak yapmıyorlar. Özgün bir programları yok

 

Dünya Bankası, IMF ve Özel Hastaneler Derneği bunları yönlendiriyor. Bunların yönlendirmesi de bizim programımıza taban tabana zıt. Taslağı, bizim, çerçevesi bizim, fakat uygulama biçimi tamamen ayrı bir program. Dolayısıyla özgün bir programları yok. `Yerel Yönetimler Yasası`nı getirdiler, `Kamu Yönetimi Reform Tasarısı`nı getirdiler. Burada bütün sağlık kurum ve kuruluşları ile sağlık hizmetini özel sektöre, yerel yönetimlere devretme kararı aldılar. Bizim programımızda böyle bir şey yok. Anayasanın 56. Maddesi diyor ki; temel sağlık hizmetleri, devlet eliyle yürütülür. Tedavi edici ve rehabilite edici hizmetlerde özel sektör bu işe girebilir. Bu manada AKP`nin kendine özgü bir programı yoktur, onun için de bizim getirdiğimiz mecburi hizmeti `bu ilkelliktir` diyerek kaldırdılar, sonra geri getirdiler. Vardiya bir zorunluluktur. Türkiye`deki hekimlerin yanlış dağılımına bağlı birzorunluluktur. Bunu da kaldırmaya kalktılar ama tamamıyla kaldıramadılar.

 

SSK`lılara üvey evlat muamelesi

 

SSK`lı işçiler de Türkiye Cumhuriyetinin eşit vatandaşlarıdır. 2. Sınıf, 3. Sınıf bir sağlık hizmeti almamalılar, eşit almalılar dedik ve Sağlık Bakanlığı hastanelerinden istifade etmeliler dedik; bunu uyguladılar ama bunda da bir sürü sıkıntılar ve problemler çıkardılar. Şimdi, ülkemizdeki sağlık probleminin birinci önceliği, personeldir; nitelikli personeldir. Niteliklipersonelin dengeli dağılımını beceremiyorlar. Mecburi hizmeti kaldırdılar, beceremediler. Mecburi hizmeti geri getirdiler, bazı yerlerde güvenlik problemi çıktığı için, şimdi de doktor gitmiyor, hemşire gitmiyor, ebe gitmiyor. İstifa ediyor ve çalışmıyor.

 

Çalışanlara güven vermediler

 

AKP, sağlık çalışanlarına güven vermedi. Sağlık bakanı çıkıyor; `bıçak parası adı altında vatandaşı soyuyorlar` diyor. Başbakan çıkıyor; `özel hastaneler, vatandaşı kaz gibi yolmasınlar` diyor. Yani hekimler ve sağlık çalışanları, AKP tarafından `düşman` ilan edilmiş durumda. Halbuki hekim ve sağlık çalışanı, toplumun ruh sağlığını, beden sağlığını sağlıklı bir şekilde düşünmesi gereken, huzurlu olması gereken bir personeldir. Onların huzurunu kaçırdılar, özgüvenlerini yitirmelerine sebep oldular. Onlar da bu hükümete güvenmiyorlar ve verecekleri hizmeti, sanki bu hükümetin hizmetiymiş gibi görüyorlar, bunun için de hizmet vermek istemiyorlar. Halbuki hizmet, vatanın, milletin hizmeti. Ama sağlık personelini bu kadar sağa - sola sürgün eder, güven vermezsen, özlük hakları bakımından ayrıcalıklar yaparsan olacağı buydu. Halbuki sağlık çalışanlarımızın 17 Ağustos zamanında verdiği insanüstü hizmet, tüm dünyada takdirle karşılanmıştı. Sağlık personeli önceden, ` ben vatana, millete, bütün insanlığa hizmet ediyorum, verdiğim hizmet kutsaldır` diye düşünürken şimdi, `sağlık hizmeti ticari bir iştir, çıkar ilişkisine dayanır` diye düşünmektedir ve onlari bu noktaya AKP hükümeti getirmiştir. Zaten bu insanlar, AKP sayesinde Özel Hastanelerde ve Sağlık kuruluşlarında tüccarların, müteahhitlerin hizmetinde çalışmak zorunda bırakılmışlardır. Mecburi hizmete giden yok

 

Şu anda sağlık personeli nitelik mi değiştiriliyor?

 

Sıkıntının kaynağı bu mudur?

 

Zaten kaliteli personelin çoğu gitti ve yerlerine 2. Sınıf, 3.sınıf ınsanlar getirdiler. Tabii bu sınıflama, mesleki bir sınıflamadır. Her neyse, biz de bazı personeli görevden aldık, bazısının yerini değiştirdik. Bunların içinde kendi getirdiklerimiz de vardi. Ama biz bunu niçin yaptık biliyor musunuz? Bunlarin ehliyetine, baktik, liyakatine, sadakatine baktık Işi yürütebiliyorsa devam ettirdik, yürütemiyorsa da daha iyi yürütecek birini getirdik. Bunlar kurmuş olduğumuz düzeni de bozdular. Şu anda saglik ocaklarinin yüzde 50-55`i boş. Mecburi hizmet var ama giden yok... Böyle bir sıkıntı var. Tuzağa gelmedik

 

57. Hükümetin en renkli ve en başarılı bakanlarından birisi idiniz. `Oktay Babuna` meselesinde olduğu gibi, deprem sonrasındaki tavırlarınızda olduğu gibi bazı karar ve icraatlarınız önce eleştirilse de sonradan haklılığınız meydana çıktı. Şunu sormak istiyorum; Mesela `Babuna` olayını ele alalım. Bu olayda Türk milletine kurulan tuzağı nasıl farkettiniz? Fakat bu soruya cevap vermeden önce hafızalarımızı tazelemek için bu `Babuna` hadisesini kısaca özetler misiniz? Biz hükümete geldiğimizde, bizden önceki hükümet döneminde bir doktor arkadaşımızın `kronik lenfoster lösemi` olduğu belirtildi ve onu kurtarmak amacıyla

 

kemik iliği toplamak için bir kampanya yürütüldü. Ama, bu kampanyanın arkasında art niyet vardı. Sayın Babuna, kronik lenfoster lösemi olduğu için, kemik iliği naklinden istifade edemeyecek bir kişi... Dolayısıyla bu kemik ilikleri Oktay Babuna için toplanmıyordu. Yurt dışında Uluslararası bir `Kemik İliği Bilgi Bankası` kurulmak isteniyordu, bu bilgilerimiz oraya götürülüyordu. Ama genetik niteliğimizi belirten bu bilgiler oraya götürülürken bazı tıbbi kurallara da riayet edilmemişti. Türkiye`nin belli bölgelerinden kan toplanmıştı. Ama bu kanlar, zannedildiği gibi bugün etnik ayrımcılığın körüklendiği bölgelerde değil, Batı bölgelerimizde toplanmıştı. Biliyorsunuz buralar, Traklar, İyonlar Firigyalılar, Lidyalılar gibi bazı eski medeniyetleri kuranların yaşamış olduğu yerdi ve kanları bölgelerden topluyorlardı. Bu konulara daha fazla girmeyeceğim ama şunu söyleyeyim; bu bilgilerde bir barkod sistemine bile uygulanmıyordu. Dünyada uygulanması mümkün olmayan çok çirkin, çok ilkel, çok acemi bir üslupla tüm bilgilerimiz yurt dışına taşındı. İşin tuhaf yanı; bu kanı götürenlerin arkasında bir `Alman Vakfı` olan `Stefan Volf` Vakfı vardı. Tezgahın üç ayağı

 

Aslında tezgahın üç ayağı vardı. Birisi; Alman Vakfı, diğeri Oktay Babuna, üçüncüsü de Adnan Hoca ekibi. Yetki de zamanın İstanbul valisi olan Erol Çakır`dan alınmış. Sanki İstanbul valisi, bütün Türkiye`de yetkiliymiş gibi. Kampanya böylece yayilmaya başlamiş ve devletin üst düzey yöneticileri de `insani bir kampanyadır` düşüncesiyle bu kampanyayi sonuna kadar desteklemişler. Bir tarafta, kumbaralar konulmuş, paralar toplaniyor, bir tarafta kanlar yurtdişina gönderiliyor. Kanlar sadece bir ülkeye gönderilse iyi, Çin`e, Tayvan`a, Japonya`ya, Almanya`ya, Amerika`ya yani birçok ülkeye gönderiliyor. Ve bizim kanlarımızın genetik sonuçları şu anda Almanya`da... Bilgileri bize de vermediler. Şimdi bunlara kan veren herkesin kimlik bilgilerine ulaşabilirler.

 

Siz iade talebinde bulundunuz mu?

 

Bulundum. Biz, bu bilgilerin bize verilmesi halinde `Kemik İliği Bilgi Bankası` kuracağımızı ve bunu, dünyada ihtiyacı olan herkesle paylaşacağımızı söyledik. Ücretini de ödemeyi teklif ettik, fakat reddettiler. Genetik bilgilerimizin başkalarının elinde bulunmasını sadece maddi sebeplerle açıklamak mümkün mü?

 

Hayır, hayır! O halde bunun anlamı nedir?

 

Şimdi insan genomu diye, insanın genetik haritasını çıkardılar 2001, 2002 yılında... Bu, bizim kanlar gittikten sonra tamamlandı. Bu konuda bütün dünyada 8 9 komisyon çalışıyor. Bunlardan bir tanesi de özel bir komisyon. Bunlarla karşılıklı olarak bu bilgileri paylaşacaktık, fakat özel olan buna yanaşmadı. Bu bilgileri biyolojik silah yapımından tutun, birçok hastalığın tedavisinde kullanabilirsiniz. Aynı nükleer çalışmalar gibi düşünebilirsiniz. İster insanlığın hizmetinde kullanabilirsiniz, isterseniz insanlığın imhasında. Organ nakli, doku nakli çalışmalarında da kullanabilirsiniz, insanları toplu olarak imha edecek biyolojik silah da yapabilirsiniz. Her iki alanda da çalışmalar halen devam ediyor. Dolayısıyla bu bilgiler güvenli merkezlerde olması gerekirken, bunun ticaretini de yapan, çeşitli pazarlıklara açık bir Amerikan özel şirketinin de elinde bulunmaktadır. Amaçları birliğimizi bozmaktı

 

İşin bir başka boyutu daha var. O boyutu ben çok fazla kurcalamak istemiyorum ama birileri Türkiye`de Ermeni de var, Kürt de var diyerek ayrımcılık yaparken, bize de `vatanınızda Türk yokmuş, bakın genetik şifreleriniz burada` diye dezenformasyona dayalı manüpilasyon yaparak, yani saptırılmış bilgi ile çıkar sağlayarak vatanın birlik ve beraberliğini bozmak isteyebilir. Halbuki bu genetik bilgiler, milletlerin şifrelerini açıklamaktan uzaktır. Çünkü, bazı canlıların genetik özellikleri benzerlikler gösterirler. Burada şunu da belirtmeliyim ki, ırkların genetik şifresini araştıranlar, dünyada hep Almanlar olmuştur. Bu işin arkasında da Stefan

 

Volf vakfı vardır. Türkiye`nin milli birlik ve bütünlüğünü bozmak isteyenler, federatif yapılanmayı teşvik edenler, Amerikalılar, AB ülkeleri, onların işbirlikçisi AKP hükümeti, onun genetik altyapı propagandasını hazırlamak istiyorlar. Yalnız bu malzeme, böyle bir propagandanın sahih, ilmi malzemesi olamaz. Ama onların niyetleri bu. Milletimizin kafasını karıştırıp, beynini yıkayarak milli şuuru yok etmek istiyorlar. Bizim önünü kesmek istediğimiz şey, işte buydu.

 

Yani bunlar resmen ırkçılık yapıyorlar.

 

Tabii. Bu işlerin arkasında kim varsa ve o zaman bize kim saldırdıysa, asıl ırkçı onlardır. Biz, kendisini Türk hisseden, Türklük gurur ve şuurunu taşıyan herkesi Türk kabul ederiz. Kendisini Türk olarak kabul etmeyen ise kim olursa olsun Türk olarak

 

değerlendirmeyiz. Onun için, gün, bizi kemik iliğimize kadar istismar edenlere fırsat vermeme günüdür. Gün, vatanın bir santimini bile koruyup, kimseye vermemek için milli duruşu daha kararlı bir şekilde sergileme günüdür. Şimdi de Türk milleti adeta `Kuş Gribi` ile yatıp, `Kuş Gribi` ile kalkıyor. Nedir bu `Kuş Gribi`? Bu konuyu bize `kendi tarzınızla` anlatır mısınız?

 

Şimdi efendim, 59. Hükümet yani Tayyip Erdoğan hükümeti, milletimizin alışık olmadığı bir yönetim biçimi ile ülkeyi yönetiyor, aslında yönetemiyor demek daha doğru. Göreve geldikleri günden beri `tacir siyaseti` uygulamaya başladilar `biz satarız` dediler, `biz pazarlarız` dediler. Bunlar kendi itiraflarıdır. AKP dış ilişkileri, özellikle de AB ile olan ilişkileri, sürekli olarak taviz vererek yürütüyor, yürütmek zorunda kalıyor. Verdiği her taviz, Türk milletinin geleceğini ipotek altına almaya yönelik olmaktadır. Bunu Türk milletinden saklamak için devamlı olarak `sun`i gündem` yaratmaya çalışmaktadırlar. Bir gün bi bakıyorsunuz, `hastanede bebek ölümleri`, sonra bi bakıyorsunuz `kuş gribi`, o unutulmaya yüz tutunca bi bakıyorsunuz, `bakımevinde kalan zavallı çocuklara yapılan işkenceler.` Gayeleri;

 

kendilerine karşı muhalefet yükseldiği anda önüne geçmek. İnsana bulaşmaz

 

Yani gündem mi saptiriyorlar?

 

Evet, gündem saptiriyorlar. Sorunuza gelecek olursak; Türkiye`de yaygın bir kuş gribi yoktur, kuş gribinden ölen bir insan da yoktur. Kuş gribi zaten, insana kolay geçmeyen bir hastalıktır. Türkiye`de gripten ölen kimseler olur ama bu insan gribi ile olur, kuş gribi ile olmaz. Birakin bu yili Türkiye Cumhuriyeti kuruldugu yildan bu yana, ülkemizde kuş gribinden ölen bir kişi bile yoktur. Yoksa kuş gribi, genetik yapısından dolayı insana bulaşamaz. Domuzlardan bulaşıyor

 

Ama başka ülkelerde, insanlarin kuş gribinden öldügü haberleri geliyor.

 

Orada hadise şu: Özellikle Uzak Asya`da kümes hayvanlarının barındığı yerler ile domuz çiftlikleri yan yanadır. Domuzlar bu H5 N1 denilen virüsü kuşlardan alarak insanlara bulaştırır. Burada `gen kayması` dediğimiz hadise var. Genler,domuzlarda insana taşınma özelliği kazanıyor. Ondaki reseptörler bunu insana taşıyor. Onun için, uzak doğuda hayvan bakıcısı insanlardan 60 tanesi ölmüştür. Domuzla ilişkisi olanlar bu virüsü domuzdan alırsa, diğer insanlara taşıyabilir. Onun da tedbiri alındı...

 

Kırmızı beyaz rekabeti

 

Buna göre, Müslüman ülkelerde risk yok mu?

 

Hayır, hayır. Müslüman ülkeler bundan aridir. Yalnız domuz çiftlikleri risk faktörünü artırıyor. Her ne kadar Müslüman olsak da ülkemizde de domuz çiftlikleri var ama neyse ki yaygın değil. Şu anda Türkiye için bir bulaşma riski yok. Ama bu demek değildir ki, tedbir almayalım. Dezenfekte yapılmalı, karantina yapılmalı; bunlar olmalı. Şimdi bu işin perde arkasında, kırmızı etçilerle beyaz etçiler arasındaki rekabet vardır. Bunun perde arkasında, büyükbaş hayvan kaçakçıları ile kırmızı et ithalatçılarının çıkarları yatmaktadır. Diğer bir perde arkası ise aşı ithalatçılarının rantı söz konusudur. Gündem değiştirme operasyonu

 

Konuya insan sağlığını temel alarak bakarsak, kuş gribinin insan sağlığı üzerindeki risk oranı nedir?

 

Ankara`da, sulardan bulaşan hastalıklardan insanlar ölüyor. Belçikalılar, `Türkiye`de görevli 5 vatandaşımızda, koleraya rastlandi` diyor. Ankara`da kolera olduğu iddia ediliyor. Ayrıca Ankara`da tifo var, dizanteri var, kızamık var. Bunların hepsi de öldürücü hastalık. Ve hepsi de kuş gribinin yanında çok daha ciddi hastalıklardır. Dolayısıyla bu `Kuş Gribi` vakası, gündem değiştirme operasyonunun bir parçasıdır. Kim yaydı `Kuş Gribi` salgını haberini? Hükümetin Tarım Bakanı... Peki, Malatya`da meydana gelen çocuk yurdu haberini kim yaptı? Star televizyonu... Star televizyonu şu anda TMSF`nin elinde ve hükümetin elinde şu anda. Şimdi, nasıl oluyor da hükümet kendi aleyhindeki haberleri çıkarıyor. Sakladıkları daha önemli de onun için. Olay bundan ibaret.

 

Verdiginiz bu ilginç ve önemli bilgiler için çok teşekkür ederim. Eklemek istediginiz bir başka bir şey var mı?

 

Yani şimdi bu AKP iktidari, milletimiz için, kuş gribinden çok daha fazla tehlike arz etmektedir. Önce ondan kurtulmaliyiz.Sağlık sistemi çöküyor

Sağlık politikalarının, sağlık sistemini çökerteceğini belirten sağlık emekçileri tepkili. Üniversite hastanelerinin poliklinik gibi hizmet vermeye başladığını ifade eden sağlık emekçileri, bu nedenle eğitim ve araştırma işlevlerini yerine getiremediğine dikkat çekti.

 

Sağlık politikalarının, sağlık sistemini çökerteceğini belirten sağlık emekçileri tepkili. Üniversite hastanelerinin poliklinik gibi hizmet vermeye başladığını ifade eden sağlık emekçileri, bu nedenle eğitim ve araştırma işlevlerini yerine getiremediğine dikkat çekti.

 

Sağlık emekçileri, döner sermayenin sözleşmeliler dahil, tüm çalışanlar arasında adaletli dağıtılmasını ve kadrolu çalışmanın esas alınmasını istedi. Fazla çalışma ve angaryanın son bulmasını da talep eden sağlıkçılar, asistan doktorlara nöbet sonrası dinlenmesinin olanağının ve personel eksikliğinin kadrolu eleman alımı ile sağlanması gerektiğini ifade etti. Rektörlük seçimine tüm çalışanların katılımı sağlanıp, YÖK`ü, öğretim görevlileri için olan rotasyondan vazgeçmeye davet etti. Yemek ücretlerinin kaldırılıp, kaliteli, sağlıklı, ücretsiz yemek talepleri de olan sağlıkçılar, başta Ankara olmak üzere Kocaeli, İzmir ve Kayseri`de eylemdeydi. Eş zamanlı basın açıklamaları yapan sağlıkçılar, hak gasplarına karşı mücadelelerine devam edeceklerini vurguladı.

 

SAĞLIKÇILAR MAĞDUR EDİLİYOR

 

Ankara`da, YÖK önünde açıklama yapan SES Genel Başkanı Bedriye Yorgun, özelleştirmeci ve piyasacı sağlık anlayışı nedeniyle üniversite hastanelerinin eğitim ve araştırma işlevlerini yerine getirmekten uzaklaştığını söyledi. Üniversite hastanelerinin diğer hastaneler gibi poliklinik işlevine büründüğünü belirten Yorgun, bu durumun sağlık emekçileri açısından iş yükünün ağırlaşmasıyla birlikte, taşeron ve güvencesiz çalışmanın yaygınlaşmasına yol açtığını ifade etti.

 

SES Ankara Şubesi üyeleri de, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi İbni Sina Hastanesi bahçesinde yaptıkları basın açıklamasıyla, yemek, ulaşım, giyecek ve kreş gibi hizmetlerin tüm sağlık çalışanları için ücretsiz olmasını istediler.

 

SES Kayseri Şubesi de, Erciyes Üniversitesi Personel Yemekhanesi önünde yemek ücretlerinin kaldırılmasını talep etti. Tıp Fakültesi hastanelerinde çalışanların sorunlarının gün geçtikçe arttığına da dikkat çeken SES Kayseri Şube Başkanı Orhan Karakaya, sağlık emekçilerinin yaşadığı problemlerin sebebinin hükümetin Sağlıkta Dönüşüm Programı adı altında uyguladığı politikalar olduğunu söyledi.

 

SAĞLIKTA YIKIMA DEVAM!

 

Döner sermaye adaletsizliğinin giderilmesi, kadrolu çalışmanın esas alınması, asistan doktorların sorunlarının çözülmesi ve kreş, yemek gibi sorunların giderilmesini isteyen SES Kocaeli Şubesi ise, Kocaeli Üniversitesi Umuttepe Araştırma Hastanesi önünde basın açıklaması yaptı. Açıklamayı yapan SES Kocaeli Şube Başkanı Hüseyin Gülseven özellikle AKP`nin başa gelmesinin ardından sağlıkta dönüşüm adı altında sağlıkta yıkımın gerçekleştirildiğini belirtti. Gülseven, döner sermayelerin yasada belirtildiği gibi üst sınırdan verilmesi gerektiğini vurguladı.

 

KADRO TALEBİ

 

Dokuz Eylül Hastanesi`nde çalışan sözleşmeli sağlık emekçileri de sözleşmeli personel statüsünün iptali ve çalışanların kadroya alınması istedi. Hastane önünde toplanan 4/B ve 4/C`li olarak sözleşmeli çalışan emekçiler adına açıklamayı yapan SES Yönetim Kurulu Üyesi Yüksel Özmen, sağlık alanındaki özelleştirme ve taşeronlaştırmanın üniversite hastanelerinde de yaygınlaştığını söyledi. Yüksel, bu sorunların mevcut çalışanların kadroya alınmasıyla çözüleceğine dikkat çekti. (HABER MERKEZİ)

 

Meslek hastalıkları SGK`nın önceliğiymiş!

 

SOSYAL Güvenlik Kurumu Başkanlığı Sosyal Sigortalar Genel Müdürü İbrahim Ulaş düzenlediği basın toplantısında, silikozis hastaları için her türlü ihbarı değerlendirdiklerini öne sürerek, meslek hastalıklarının ve iş kazalarının SGK`nın önceliklerinden olduğunu iddia etti. Ulaş, silikozisli işçilerin, `çalıştıkları işyerlerinin tespit edilmesi şartıyla` emekli edilebileceğini kaydetti. Ulaş, emeklilik için ise tek şartın, işçinin meslek hastalığına yakalanmasına sebep olan işyerini ispat etmesi olduğunu söyledi. `Silikozis hastalığının kot kumlama atölyelerinde ya da madende çalışan işçilerde görüldüğünün` hatırlatılarak, başka koşullarda kimsenin bu hastalığa yakalanmayacağının bilinmesine rağmen, neden meslek hastalığı olarak kabul edilip, koşulsuz emeklilik getirilmediğinin sorulması üzerine Ulaş, işçinin yoğun kuma maruz kalması ve bunun da müfettişler tarafından tespitinin şart olduğunu savundu. Ankara Tabip Odası ise dün yaptığı yazılı açıklamayla, kot kumlama işçilerinin yakalandığı silikozis hastalığının meslek hastalığı olarak kabul edilmesini istedi. (ANKARA)

Marmara Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dekan Yardımcısı Yard. Doç. Dr. Nezih Varol, AKP Hükümeti’nin sağlık politikalarının sağlığı yıkıma götürdüğüne dikkat çekti. Hükümetin sağlık alanında yürüttüğü politikaların, sağlık sistemindeki sorunları çözecek kapsam ve nitelikte olmadığına dikkat çeken Varol, SSGSS Yasası’nın da IMF’nin direktifleriyle hazırlanan, toplum sağlığını önemsemeyen bir yasa olduğunu vurguladı.

 

Sağlık fakültelerinin kuruluş amacı ve işlevleri nelerdir?

 

Bireylerin sağlığını ve tüm yaşamını etkileyen davranışlar yaşam ve çalışma koşullarıyla ilgilidir. Kendilerinin toplumun ve çevrenin sağlığı ve iyiliğine katkıda bulunabilmeleri için insanların güçlendirilmeleri amaçlanmalıdır. Hasta eğitiminin ötesinde sağlığı korumaya ve geliştirmeye yöneliktir. Yoğun uzmanlık eğitimi gerektiren bir meslek alanıdır. Uygulama metodolojileri bireysel ya da grup eğitimi, yetiştirme, danışmanlık toplumsal gelişme, sosyal eylem, sosyal planlama, işbirliği oluşturma gibi yöntem ve teknikleri kapsamaktadır. Ülkemizde de bilimsel ve teknolojik gelişmeler doğrultusunda sağlık hizmetlerinde verimliliği artırmak amacıyla nitelikli, sağlık insan gücü yetiştirmek üzere Ankara Üniversitesi ve Marmara Üniversitesi’ne bağlı olarak birer sağlık eğitim fakültesi kurulmuştur. Ancak YÖK’ün son aldığı bir kararla da her iki fakültede isim değişikliği yapılmış, ‘Sağlık Eğitim Fakülteleri’ adı ‘Sağlık Bilimler Fakültesi’ne dönüştürülmüş ve sağlık eğitimi bölümleri bu yeni yapılanma içinde ne yazık ki yer almamıştır.

 

Sağlık Eğitim Fakültesi olarak toplumu bu konuda bilinçlendirmek için yaptığınız etkinlikler var mı?

 

Sosyal toplumsal sorumluluk gereği Kartal, Maltepe ve Pendik bölgesindeki kitle örgütleriyle işbirliğine giderek halka dönük dönem dönem sağlık eğitimi bilgilendirme çalışmaları yapılmaktadır. Örneğin Maltepe’de Başıbüyük Mahallesi’nde aile ve çocuk sağlığı konulu eğitim çalışması düzenlenmiştir. Yine IPEC(Çocuk Emeğinin Sonlandırılması Projesi) çerçevesinde, Pendik Sanayi Sitesi’nde çalışan çocuklara dönük ülkenin ilk ve tek çalışan çocuk bürosu oluşturulmuştur. Bu büro bünyesinde sağlık, eğitim ve rehberlik çalışmaları hayata geçirilmiştir. Çocukların okullarına yönlendirilmesi ve rehberlik hizmetlerinden yararlanmaları sağlanmıştır.

 

İlk ve ortaöğretim kurumlarına yönelik okullarda şiddeti önleme projesi başlatılmıştır. Okul öncesi eğitimden başlayarak sağlık eğitimleri okullarda çeşitli yaş gruplarına uygulamalı yapılmıştır. Kartal ilçemizde, ilçe insan hakları kurulunda da yer alarak ‘insan hakları ihlalleri ve insan hakları’ konularında bilgilendirici çalışmalar halen devam eden çalışmalarımız arasındadır. Kartal ve Maltepe cezaevleri izleme kurullarında çalışmalara akademik olarak öncülük etmekteyiz.

 

Son günlerde sıkça tartışılan, halkın geniş bir kesiminin tepkisini toplayan SSGSS Yasa Tasarısı’yla ilgili düşünceleriniz nelerdir?

 

Hükümetin sağlık alanında yürüttüğü politikalar sağlık sistemindeki sorunları çözecek kapsam ve nitelikte değildir. SSGSS Yasası da IMF’nin direktifleriyle hazırlanan, toplum sağlığını önemsemeyen bir yasadır. İlaç şirketlerinin ve büyük sağlık tröstlerinin bu alandaki çıkarlarını gözeten bir içeriğe sahiptir.

 

Ülkemizde cumhuriyet kurulurken çıkarılan sağlık yasalarının kavramları halen Dünya Sağlık Örgütü(DSÖ) tarafından sağlık hedefleri olarak sunulurken, özellikle son 30 yıldır sağ politikacılar tarafından sürekli işletilemez hale getirilmiştir.

 

Bu yasa bu amaca en uygun hizmet eden yasadır. Çünkü hastalar edilgendir. Karşı durmada hiçbir güçleri yoktur. Bu bağlamda meslek örgütlerine ve hekimlere çok büyük iş düşmektedir. Hasta ve toplum yararına iyi hekimlik onurunu ortaya koymak gerekmektedir.

 

Bunun için de önce “toplum hekimi-soysal hekim” sonra “uzman hekim” olmak gerekmektedir. (İstanbul/EVRENSEL)

Tam 30 yıl önce 6-12 Eylül 1978 tarihinde Dünya Sağlık

 

Örgütü (WHO) ve Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu(UNICEF) 134 üye ülkenin katılımıyla Alma-Ata`da bir konferans

 

düzenlendi. `2000 Yılında Herkes için Sağlık` hedefi belirlendi ve bunun için

 

`temel sağlık hizmetleri`nin en iyi araç olacağı açıklandı.

 

Bu belirlenenlerin yanlışlığını ve yararsızlığını ortaya

 

koyan çıkmadı. Ama bunu gereği gibi uygulayan da olmadı.

 

Türkiye, bundan yaklaşık 15 yıl önce aynı değerleri

 

benimseyerek, buna uygun sağlık hizmet modelini uygulamaya geçmişti. Halen

 

kısmen süren bu sağlık hizmet modeli, çeşitli nedenlerle tam anlamıyla

 

işletilmemişti.

 

Aradan geçen 30 yıl boyunca bu hedefe ulaşılamadığı gibi

 

sağlık alanında `eşitsizlikler` giderek arttı.

 

* * *

 

1998 yılında da bir grup örgüt, bir süredir tartıştıkları

 

`Halkların Sağlık Meclisi`ni kurdu ve `Halkların Sağlık Hareketi`ni (PHM)

 

küresel bir ağ şeklinde oluşturdu.

 

Tüm dünyada `Herkes İçin Sağlık` hedefini hayata geçirmek

 

için çok yönlü bir mücadeleye başladı.

 

Meclis, Aralık 2000`de Bangladeş, Savar`daki ilk

 

toplantısında `Halkların Sağlık Bildirgesi`ni açıkladı.

 

1978 Alma Ata Deklarasyonu`nun `Temel Sağlık Hizmetleri`

 

ilkelerini temel alan ve tüm dünyadan halkların ve yurttaşların görüşleri

 

üzerine oluşturulan bildirgede, tüm halkların sağlıklı olması ve yaşaması için

 

gerekli olan unsurlar dile getiriliyor ve bu amaçla yapılacak `radikal eylem`

 

çağrıları yer alıyordu.

 

* * *

 

Aralarında Sağlık Hakkı Hareketi Derneği, İnsan Sağlığı ve

 

Eğitimi Vakfı gibi sağlığı bir hak olarak gören örgüt temsilcilerinin bir araya

 

gelmesiyle oluşan bir girişim, Alma-Ata Deklarasyonu`nun 30., PHM`nin 10.

 

yılında `Halkların Sağlık Hareketi`nin Türkiye Platformu`nu oluşturmaya karar

 

vererek bir çağrıda bulundu.

 

Çağrıda bağımsız bir yapılanma olan `PHM`nin tüm dünyaya

 

yönelik değerlendirme ve çalışmaları kısaca şöyle anlatılıyor:

 

`PHM, sağlık hizmetine ulaşılabilirliğin altını oyan ve

 

eşitliğin zorunlu ilkelerini tasfiye eden özelleştirmeler, kamusal sağlık

 

hizmetlerine yatırım yapılmaması, sadece kar esasına dayalı sınırlı sayıda

 

tedavi hizmetlerinin teşviki, çevrenin göz ardı edilmesi, sağlık işçilerinin

 

kamudan özel sektöre oradan da zengin ülkelere göç etmesi gibi sonuçlar doğuran

 

küresel düzeydeki neoliberal sağlık politikalarına karşı çıkmakta; halkların

 

sağlık ve sosyal güvenlik hakkını savunmak, sağlık alanındaki eşitsizlikleri ve

 

sağlık hakkı ihlallerini belgelemek ve buna karşı çıkmak için yerel, ulusal ve

 

uluslararası düzeylerde geniş çaplı kampanyalar düzenlemektedir.`

 

Bunları Türkiye`de de gerçekleştirmek üzere oluşturulan

 

`Halkların Sağlık Hareketi Türkiye Platformu`na sağlık hakkı konusunda çaba

 

gösteren ve çalışmalar gerçekleştiren kişiler, örgütleri ve konuyla ilgili

 

kuruluşlar katılabiliyor.

 

Katılanlar `Halkların Sağlık Bildirgesi`ni imzalayarak, aynı

 

anda küresel ölçekte örgütlenmiş olan `PHM`nin de katılımcısı olacaklar.

 

Platform bildirgede doğrultusunda ortak mücadele verecek.

 

* * *

 

21. yüzyılda tüm dünyada `Herkes İçin Sağlık` ana

 

düşüncesiyle oluşan ve dünya çapında sağlık politikalarının oluşturulmasını,

 

sağlığa ve sağlık hizmetine daha eşit ulaşımı, resmi, özel ve toplumsal

 

örgütlenmelerin yönetime birlikte katılımını öngören `Halkların Sağlık

 

Hareketi`ni medyanın da desteklemesinin ve yakından izlemesinin büyük yararı

 

var.(MS/)

 
   


BAKANLIKLAR RESMİ KURUMLAR
HUKUK VE MEVZUAT ASKERİ LİNKLER
DERGİLER
TELEVİZYONLAR
AJANSLAR
ULUSAL GAZETELER
İNTERNET HABER PORTALLARI
ÇEŞİTLİ

101 FAYDALI LİNK

Dünyamız

Sağlık

 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol