ÇAGDAS HEMŞİRELER DERNEGİ SITESİNE HOŞGELDİNİZ |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Solun yeni düşmanı yine kendisi mi |
|
|
Bu ülkede solcu olmak hep zordu ama son yıllarda bunun daha da zorlaştığına ve çetrefilleştiğine tanık oluyoruz. Türkiye’de sol hareket ya faşist darbelerce ya da yaratılan husumetle sağın sola ya da dinciliğin sola kırdırılmasıyla hep en çok bastırılan hareket olmuştur. Bir yolunu bulup başını uzatsa kuvvetinin kat be kat fazlasıyla geri püskürtülmüş, dağıtılmış, hizipler yaratılıp parçalanmıştır. Bu 12 Mart 1971 askeri müdahalesinden itibaren hep böyleydi ve başsız kalmış, liderleri katledilmiş bir solun birleşip tek bir güç haline gelmesi bir başka değişle kitleselleşmesi mümkün olamamıştır.
Sol tüm bunlara alışıktır, solun düşmanı bellidir çünkü. Daha doğrusu belliydi. Ancak son yıllarda solun yiyeceği darbenin geliş yönü hiç olmadığı kadar muğlaklaşmış hatta neredeyse görünmez adama dönmüştür.
Post modern olarak adlandırılan siyaset teorisyenleri 1970’lerden itibaren ve 1980’ler ve 90’lar boyunca solun var olan çoklukta sınırlarının belirsizleştiğinden söz ederler ya da bunu ima ederler. İdeolojilerin bittiği, iktidarın kılcal damarlar gibi yayıldığı bir siyasal alanda kitlesel hareketlere de yer yoktur artık..Her şey parçalıdır, parçalanmış ve belirsizleşmiştir. Önemli ölçüde doğru tespit ve tahminlerde bulunmalarına karşın bu teorisyenler (örnek: E. Laclau, C. Mouffe, M. Hardt, A. Negri ve diğer radikal demokrasi kuramlarının yaratıcıları) aslında ideolojilerin silahlarını kendilerine çevirmelerinin yıkıcı gücünü asla tahmin edemediler. Yani belki de solun bizzat sol tarafından da vurulabileceğini tahmin etmemişlerdi. AKP’nin eline geçirmeyi ve elinde bulundurmayı tasarladığı ideolojik ya da üst yapısal alan bugün sol geçmişlerinden beslendikleri kuşku götürmeyen bazı “aydınlar” tarafından doldurulmaktadır. Bu “aydınlar” esasen A. Gramsci’nin organik aydınlarıdır yani AKP organik aydınlarını oluşturma çabası içindedir. Her iktidar bunu yapmaya yeltenmiştir elbette ancak kimse solu AKP kadar giyinmeyi başaramamıştır belki temsil ettiği tabanın aksine
Bugün ideolojilerin bittiğini değil kendi kendilerini atom gibi parçaladıkları görüyoruz. Ve buradan çıkacak olan yıkım 1970’lerden itibaren ivme kazanan post modern görüşün tahminin çok çok ötesindedir. Ancak bu tahribat belki de bir sonraki adımda ideolojilerin hiç olmadıkları biçimde kesinleşmesiyle sonuçlanabilir. Tıpkı küreselleşme dalgasıyla ulus devletlerin sınırlarının kalkacağı varsayımının üzerine sorunun ulus devletlerin yok oluşu ya da bir imparatorluk dönemine girilmesi değil çok daha güçlü biçimde kendilerini gösteren ulus devletlerin aralarındaki rekabet ve iktidar mücadelesinin açığa çıkması gibi...
Bugün Türkiye’de de ideolojiler arasındaki rekabet ve iktidar mücadelesi kızışmaktadır. Ve solun yeniden tartışılmaya açılması her şeyden önce acil bir ihtiyaç ve son derece olumlu bir gelişmedir. Ancak sol bugünkü ideolojiler savaşında duruşunu ve yerini her zamankinden daha sağlam biçimde belirlemek zorundadır. Çünkü karşısında artık net bir cephe değil kendi kılığına bürünmüş bir hayalet vardır. Solun burjuva sınıfındaki dönüşüme ve ekonomik alandaki paylaşımın karakterine daha dikkatli bakması, her Marksistin solcu olduğu düşüncesini yaratabilecek yanılgıların üzerine gitmesi, solculuğun darbe karşıtlığı ile özdeş görünmesinin önüne geçmesi gerekmektedir.
*ODTÜ, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü, doktora öğrencisi
Türban neleri örter?-
Türban tartışmaları istimini almış gidiyor. AKP’nin üniversitelerde türban serbestisi girişimleri birkaç haftadır gündemde ve bununla beraber laiklik elden gidiyor naraları da. Her ne kadar tartışmadan mütevellit iki taraf görünse de 14-29 Nisan’lardan hatırlayacağımız laik-antilaik görüngüsü özünde bir ve aynı yöne hizmet eden, karşıdevrimci bir karaktere sahip. Darbe çığırtkanlığının “laiklik elden gidiyor ahali!”lere karıştığı, şovenizm zehri ile işçi sınıfı ve emekçilerin kendi sınıf bayrağı altında toplanmasının önüne dikilen faşizm, bugün değişen dengeleriyle tekrar sahnede.
Genelkurmay’ın muhtırasını dört gözle bekleyen, Ankara’yı “su yolu” yapan apoletli rektörler, özgürlük kelimesini ağzından düşürmeyen, üniversitelerde parasız/bilimsel eğitim isteyen herkese soruşturma/ceza yağdıran akademisyenler, şovenizm zehrini sokaklara saçan her fırsatta darbe çığırtkanlığı yapan ulusalcı kemalistler ve liberalinden “özgürlük tutkunu” gerici-faşistlere kadar şu sıralar herkes her yerde karşımıza çıkıyor, türbanı tartışıyor.
Nedir hafızalarımızdan silinmek istenen?
Herşey gayet açık. Kontra örgütlenmelerin içinde yer alan laiklik, demokrasi, bağımsızlık nutukları çeken generaller değil miydi 12 Eylül sonrası İmam Hatiplerin açılması için birbiriyle yarışan. Bugün “özgürlük” kelimesini ağzından düşürmeyenler değil miydi Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu‘nu çıkarıp emekçilere özgürlük kelimesini ağzına alan herkese, üniversitelerde, 1 Mayıslarda, grevlerde, direnişlerde her fırsatta saldıranlar, sınırötesi operasyonlarla Kürt ulusu üzerine bomba yağdıranlar, 301. madde ile düşünceyi ve örgütlenmeyi hedefe çakanlar.
AKP’nin türban konusunu temcit plavı gibi uzun zamandır getirip götürmesi ve bugün dananın kuyruğunu koparmasının öne çıkan nedenlerini 22 Temmuz seçimlerinden sonra Kürt illerindeki ortaya çıkan tabloyu yaklaşan belediye seçimleri öncesinde iyiden iyiye kendi lehine çevirmek, toplumsallaşan rejim krizini perdelemek ve bu bağlamda neoliberal sosyal yıkım paketlerini sessiz sedasız yaşamımıza sokmak şeklinde tanımlayabiliriz.
Bilime ve Emekçilere Özgürlük
Türban konusu üniversitelerde sadece kılık kıyafet serbestliği olarak okunmalıdır. Özgürlüğü, “başkasının özgürlüğünün başladığı yerde bitmesi” şeklinde tanımlayan ve özgürlüğü toplumsal karakterinden soyutlayarak bireye hapseden gericilere-liberallere, “Üniversitelere özgürlük” naraları atanlara, kendini ifade eden herkese açılan soruşturmaları/cezaları, aynı şekilde “Bilime ve Emekçilere Özgürlük”ü savunanlara sivil-resmi faşist saldırıları, gençliğin üniversitelerde sosyal kültürel ihtiyaçlarına soluk borusu olan bilim-kültür-sanat kulüplerinin kapatılmasını, eğitimin hak olmaktan çıkarılıp paralılaşmasını hatırlatmak/sormak gerekir.
“Laiklik” diye kendini parçalayan 14-29 Nisancıların/darbeci generallerin kontra çetelerle, Ergenekonlarla ilişkisini ve bu bağlamda gerçekleştirilen katliamları/cinayetleri hafızalarımızdan silemezler… CHP’sinden AKP’sine kadar hepsi sermayenin koşulsuz şartsız işçi sınıfı ve emekçiler üzerindeki denetimi, baskısı, azami egemenliği için uğraş vermektedir. Bunu 22 Temmuz seçimlerinden sonra çıkartılan SGGSS ile, elektriğe, suya, doğalgaza yapılan zamlarla, eğitimin ve üniversitelerin paralılaşması gerektiği yönünde açıklamalarıyla, gerici, anti-bilimsel tamamen sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda içeriklendirilen eğitim öğretimleriyle, özelleştirmeler ve işçi kıyımlarıyla/cinayetleriyle, grevdeki işçilerin vatan haini ilan edilmesiyle, sınır ötesi-içi operasyonlarla yakinen görüyoruz. Şimdi tüm bunlar kenara itilerek türban gündemimize sokuluyor.
Kendi bayrağımız altında toplanmaya
Davutpaşa’daki işçi katliamı ne çabuk unutuldu? Tershanelerde katledilen işçi bedenleri henüz soğumadı bile! Harç adı altında toplanılan haraçlar yüzünden üniversite kapısını bile göremeyen, har(a)cını ödeyemediği için okuldan atılan öğrenciler, iş bulamadığı için intihar eden ya da iş güvencesiz, staj adı altında kölece çalışan üniversite mezunları… İşte türban tüm bunları örtmeye yeter…
Üniversitelerin ikinci yarı yıla başladığı bugünlerde şimdilik basın açıklamaları, bildiri dağıtımlarıyla sınırlı olan laikçi-türbancı saflaşmasının özellikle de taşralarda türban takmayan kadın öğrencilere karşı islamcı-faşist çetelerin baskı ve saldırılarına dönüşmesi, “laikçi” cephenin de apoletli akademisyenlerle kolkola girerek özellikle de İstanbul, Ankara, İzmir gibi metropollerde orduyu harekete geçirmeye dönük provokasyon yaratması, yaşanan gerginliğin fiili tutum ve çatışmalara dönüşmesi olasılığı bir hayli yüksek. Türban karşıtı açıklamalarıyla, topladıkları imzalarla, üniformalı nümayişleriyle Anıtkabiri tavaflarıyla umduklarını elde edemeyen Parlakgillerin savurduğu; “Bu gerginlik bizi bile etkileyecek. Belki hiç hakkımız olmadığı halde türbanlı bir öğrenciye, Cumhuriyet ilkelerinin kıyafetlerine aykırı diye hak ettiği notu vermeyeceğiz.” tehditleri yaşanacaklara dair küçük bir ipucu vermekte.
Türban tartışmaları, iktidar dalaşmalarının bir parçası olarak kadınlar üzerinden “siyaset yapma” heveslerinin hortlamasıdır. Kitlelerin geri bilincine doğrudan hitap etmenin en revaçta, kolay araçlarından biridir. Gençlik de bugün bu tartışmalara yedeklenmeye çalışılıyor, bilinçler bulandırılıyor.
Devrimci proleter gençler olarak yaşanan ve gelişmekte olan süreci, “… düzene muhalif bütün güçler, ama en başta da devrimci güçler ve devrimci hareket açısından hem her an için her şeye hazırlıklı olmanın zorunluluğunu ve önemini, hem de her şeyin peşinden koşan bir sürükleniş haline düşmemek/kapılmamak için nasıl dikkatli ve bilinçli bir tutum içinde olmak gerektiğini hatırlatan bir anafor” olarak algılıyoruz.
Buradan hareketle;
Tartışmanın/saflaşmanın her iki karşı devrimci cephesiyle ayrım noktalarımız, kırmızı çizgilerimiz nettir. Ne “özgürlük” adı altında kadının esaretinin sembollerinden, nesneleştirilmesinin araçlarından biri olan “türbana özgürlük” talebi bizim talebimiz olabilir ne de “laiklik” argümanıyla -bunu da tek başına türbana indirgeyerek- darbe çığırtkanlığı yapan, işçi sınıfı ve emekçileri, gençliği bu gündem üzerinden bölen ve çalışmalarının odağına oturtan özgürlük, demokrasi düşmanlarının savunulacak bir tarafı vardır. Kadını aşağılayan, yaşamın dışına iten, dinci, gerici her türlü ideolojinin karşısında olduğumuz ve buna karşı mücadele ettiğimiz gibi tepeden inmeci, baskıcı, ayrımcı ve zora dayalı laiklik anlayışının da aynı şekilde karşısındayız.
Her iki karşı devrimci cepheleşmeye yedeklenmeden, geniş gençlik kitlelerinin asıl ilgisini ve dikkatini türbanla örtülmeye çalışılanlara çekecek tarzda bir kitle çalışması yürütülmelidir. Bu noktada rotasını şaşırıp taraflardan birine yedeklenen gençlik örgütleri dışındaki samimi olan ve yaklaşım olarak da ortaklaşan gençlik örgütleri, gerek kitle çalışması yürütme, tartışma forumları, seminerler örgütleme noktasında gerekse de özellikle de taşrada, türban takmayanlara karşı gelişebilecek olan İslamcı-faşist çetelerin saldırılarına, tacizlerine karşı birlikte hareket etme zemininde adım atmalıdırlar. Ha keza yine başını apoletli akademisyenlerin çektiği “laikçi” kanadın provokatif eylem ve etkinliklerine, tutumlarına karşı dikkatli ve uyanık olmanın yanı sıra gençlik kitlelerinin gözünde teşhir edilmelidirler. Bu kesimlerin üniversite kapılarına ikinci barikatları koyma yaklaşımlarından, öğrencileri not üzerinden tehditlerine, orduyla olan ilişkilerine kadar her türlü kirli yüzleri eylemli bir tarzda teşhir edilmelidir, ki bunun için “malzeme” sıkıntısı yaşanmayacaktır.
Ne laik geçinen darbeciler ne de dinci, faşist gericiler öğrenci gençliğin ihtiyacını duyduğu özgürlüğü ve demokrasiyi sağlayabilir ve bunun mücadelesini verebilir ne de üniversitelerdeki eğitimin bilimselliği için mücadele edebilir. Öğrenci gençliğin bunlardan bir beklentisi olamaz, olmamalıdır!
Bilinçlerin bulandırıldığı, kavramlarının içinin boşaltılarak kullanıldığı bu anlamıyla da at izinin it izine karıştığı, biçimde kimin “ilerici”, kimin “gerici” seçilemediği bir ortamda türban tartışmalarının/çatışmalarının dolaysızca yaşanacağı üniversitelerde yürütülecek kitle çalışmasında kırmızı çizgilerin altı kalınca çizmeli, her iki karşıdevrimci yaklaşıma karşı gençlik kitleleri tutum almaya çağrılmalıdır.
Aydınlık bir gelecek ancak aklı, ahlakı, inancı aydınlıkla beslenenlerin mücadelesiyle gerçekleşecektir-Halkevleri
KARŞIYIZ..
Türban “serbesti”si adı altındaki tartışmanın topluma bir özgürlük tartışması olarak sunulmasına karşıyız.
AKP-MHP ve liberallerin toplumun geri kalanına maniple ettikleri “özgürlük” tartışmasında kadının nesneleştirilmesine karşıyız.
Neo-liberalizmin ılımlı İslam ile biçimlendirdiği toplum projesine ve bunun için yapılan tüm yasal düzenlemelerine karşıyız.
Yasal düzenlemelerle “kadın” için bir “normal” yaratılmasına ve bunun özgürlük adına yapılmasına karşıyız.
Bugünkü türban düzenlemesi rejimin temellerini tehdit eden bir adım değil, yıllardır süren emperyalist bağımlılık ve giderek şiddetlenen neo-liberal emek düşmanı politikalarla şekillenen rejimin sürdürülebilirliğini arttırmaya yönelik bir adımdır.
Gerçek belli,
Türkiye toplumu gericileştirilerek ve parçalara bölünerek (Türk-Kürt, Alevi-Sünni, laik-anti laik, inançlı-inançsız, örtülü-örtüsüz) yeniden dizayn ediliyor. Bu proje emperyalizmin yeni dönem stratejisine uygun ve yeniden sömürgeleştirmenin kolaylaştırıcı bir aracı. Bu yeni toplumsal düzenlemenin “hazırlanan zemini” bizzat 12 Eylül askeri-faşist cuntasının açtığı yoldan ilerliyor.
Siyasal İslam’ı sol-sosyalist muhalefetin terbiye edilmesinde kullananlar Türkiye toplumuna reva gördükleri gericiliği en alt katmandan başlayarak işlemeye çalışıyorlar.
Her geçen gün daha da yoksul ve güvencesiz kılınan, en temel hak ve kazanımları birer birer yok sayılan halkımız, her fırsatta sesini yönetenlere duyurma çabasındayken; öteden beri bu sesi duymamakta ısrar eden yönetenler, üstelik halkın hangi konuyla meşgul olması gerektiğine karar verme cüretini de gösteriyorlar.
Gerçekte AKP; hiçbir zaman ve hiçbir koşulda, toplumun daha fazla demokrasi, özgürlük ve eşitlik talebinin savunucusu olmadı. Türban serbestliğini savunan AKP’li siyasetçilerin şimdilerde sıkça özgürlüklerden ve eşitlikten söz etmesi, gerçekte toplumun ve özellikle de kadınların, özgürlük ve eşitlik özlemini tehdit eden son derece tehlikeli bir yönelimin kılıfı olmaktadır. Çünkü türban serbestliği, gerçekte bütün bir toplumu gericileştirme ve tek tipleştirme sürecinin bir parçasıdır. Bir anlamda türban serbest bırakılmayacak; aydınlık ve çağdaş bir ülke özlemi, farklı inanç ve düşünce sahiplerinin yaşam ve varlık hakkı yasaklanacaktır.
Türban serbestliği, bugün kendini AKP’de ifade eden önemli siyasi hareketlerden biri olan “milli görüş”ün geleneksel bir talep ve beklentisi olduğu kadar; emperyalizmin ılımlı İslam projesinin de bir ayağıdır. Bu nedenle türban serbestliği, AKP yönetiminin mevcut siyasal tabanına yönelik bir açılımı olduğu kadar; ABD emperyalizmine verilen sözlerin de bir gereğidir.
Türbanı, tüm bu siyasal gelişmeler düzleminden soyutlayarak tartışmak, tavır belirlemek mümkün değildir. Türbanı, tek başına bir demokrasi sorunu ya da kılık-kıyafet sorunu ya da kadınların tercih hakları olarak ele almak, bireysel/liberal çözüm yolları aramaktır. Türban, Erdoğan’ın deyimiyle bir “siyasal simge”dir. Ve ne hazindir ki dinin kendisinde demokrasi olmaz deyip demokrasiye inanmayanlar, takke-şalvar/türban-çarşaf kıyafetlerini kendi içlerinde zorunlu kılanlar, okuma-yazma bilmeyen kadınlara seçimlerde oy kullandırtmamak için yırtınanlar şimdi özgürlük lafını dillerine doladılar. Üstelik bilimin üretilebilmesi için özgür düşüncenin mutlak olması gereken Üniversitelere girmek için türbanı bayrak yapıyorlar.
Eğer ki, gerçek anlamda özgürlüklerden ve eşitlikten söz edilecekse; hemen her Ramazan ayında oruç tutmadığı için okullarında gerici faşist saldırılara uğrayan gençlerimizden, namus ve töre adına katledilen kadınlarımızdan; yalnızca son birkaç hafta içerisinde, haklı talep ve kaygıları için toplantı ve gösteri hakkını kullanan vatandaşlarımızın maruz kaldığı polis teröründen de söz etmek gerekir.
AKP ve türban serbestliğini savunan diğer kesimler, türbanlı kız öğrencilerin eğitim hakkı kapsamında yaşadığı mağduriyete dikkat çekmektedir. Onlara göre türban yasağı, özellikle eğitim hakkının kullanımı önünde bir engeldir. Ancak aynı kesimler, AKP’nin yeni YÖK başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın daha geçenlerde yaptığı “üniversite eğitiminin paralı olması gerektiği” yolundaki açıklamalarından ve dolayısıyla, üniversite kapılarının artık yoksul emekçi halk çocuklarına kapatılacağından nedense söz etmemektedir.
Oysa eğitim hakkından söz edildiğinde öncelikle, gerçekte halka parasız sunumu gereken temel bir kamusal hizmet olan eğitim ve öğrenim alanında, bilinen neo-liberal uygulamalar paralelinde yaşama geçirilen paralılaştırma ve piyasalaştırma uygulamalarını konuşmak gerekir. Eğitim hakkından söz edildiğinde, camı kırık, çatısı delik, elektriksiz, susuz, yakacaksız kalmış okullarda, balık istifi sınıflarda okumak zorunda kalan öğrencileri ve devletin göremediği o virane okulları, çocuklarının sağlığı ve geleceği için kendi maddi katkıları ile ayakta tutmaya çabalayan velilerin yaşadığı sıkıntıları görmek gerekir. Eğitim hakkından söz edildiğinde, hala öğretmensiz ve okulsuz bulunan binlerce köyü, kasabayı, büyük kentlerdeki yoksul gecekondu mahallelerini de hatırlamak gerekir. Eğitim hakkından söz edildiğinde, ekonomik-sosyal kazanımları her geçen gün yok sayıldığı için, kölelik koşullarında yine de bu ülkenin eğitim ve öğrenim sistemini ayakta tutmaya çabalayan eğitim emekçilerini de dinlemek gerekir.
Bütün bu nedenlerle AKP; “özgürlük”, “eşitlik” ve “eğitim hakkı”nı ağzına alma hakkına ve meşruluğuna sahip değildir. Çünkü ülkemizde halkımızı özgürlüklerden, eşitlikten ve bizzat eğitim hakkından mahrum kılan icraatların altında, onun imzası vardır.
Ancak aynı sözler, bu sefer de türban serbestliğine karşı çıkan, gerçekte iktidar mücadelesinde mevzi kazanma çabası güden kimi kesimler tarafından da, yine yakışıksız bir biçimde kullanılmaktadır. Bunun en şaşılası örneği, geçtiğimiz günlerde ODTÜ’de gerçekleşen rektörler toplantısında görülmüş olup; türban serbestliğini laik Cumhuriyet için bir tehdit olarak algıladığını ilan eden kimi rektörler, “gençlerin sokağa döküleceği” varsayımında bulunmuştur.
Anlaşılmaz olan, en haklı ve insani talepleri için sokağa dökülen, en azından buna yeltenen ilerici gençlerin; bizzat bu rektörlerin yönetimindeki üniversite idareleri tarafından daha dün soruşturmalara, okuldan atılmalara, polis ve jandarma işbirliğindeki operasyonlara kurban edilmiş olduğudur. Benzer bir tuhaflık, AKP’nin gericiliğine karşı, laik Cumhuriyetin ve çağdaş değerlerin savunuculuğuna soyunan ordunun; daha dün 12 Eylül askeri darbesi eliyle gericiliğe bizzat yol vermiş olmasında da açıkça görülmektedir.
Liberal kesimler içinse sorun; AKP’nin, emperyalist ilişkilerin bir parçası ve küresel neo-liberal politikaların takipçisi olup olmadığı ile sınırlıdır. Çokça gündeme gelen “Malezya” örneği bu açıdan da ele alınmalı; bugün Malezya’nın, küresel sermaye grupları için temsil ettiği ucuz ve sorunsuz bir emek ve sömürü cenneti olma özelliği, “Türkiye Malezya olur mu?” tartışmalarının asıl içeriği olduğu unutulmamalıdır. Üniversitelerde okuyan genç kızlarımızın başının örtülmesi, onları birer aydın olmaktan çok, sermaye emrinde birer tekniker, vasıflı ucuz iş gücü ordusunun birer üyesi olarak yetiştirecek bir eğitim sisteminin özüne dokunmadıkça, çok da önemli değildir.
Denebilir ki AKP’nin asıl avantajı, icraatlarına yönelik sözde muhalefet kesimlerinin bozuk sicilinde ve beceriksiz karşı hamlelerinde yatmaktadır. AKP’nin özgürlük ve eşitlik söylemindeki samimiyetsiz, iki yüzlü tutumu; bilinen aktüel muhaliflerinin de fazlasıyla sahip olduğu bir kusurdur.
AKP’nin neo-liberal, gerici saldırısına karşı tek çözüm; halkın bilinçli öz eylemidir. Çünkü türban serbestliği ve diğer icraatları ile AKP; halkın hak ve kazanımlarını yok sayan, halkı bir yok oluşa sürükleyen bir yolu izlemektedir. Bu nedenle sözün ve eylemin gerçek sahibi, aydınlık yarınların ve insanca bir yaşamın özlemini duyan halkımız olacaktır.
Kamuoyuna saygı ile duyururuz.
HALKEVLERİ MERKEZ YÜRÜTME KURULU
Pek sayın rektörler türbana karşıymış!?- Ahmet Tellioğlu
Türbanı üniversitelerde serbest bırakan yasa tasarısı üzerine Türk üniversitelerinin rektörlerinin açıkladığı ortak bildiride şöyle ibareler var:
"...Bu değişiklikler sonucunda üniversitelerimizin akılcılık ve bilimsel mantıktan uzaklaşması ..."
"...Üniversiteler inançların değil bilimsel özgürlüğün yaşanacağı yerler olup, esas ayrımcılık ve eşit olmayan davranışın üniversitelerimizde türbanla eğitim başladıktan sonra olacağı..."
Sayın rektörler buyurmuşlar ki bu değişiklikten sonra üniversitelerimiz akılcılık ve bilimsel mantıktan uzaklaşacakmış. Söyler misiniz bu rektörler hangi akılcılıktan söz ediyor, hangi bilimsel mantıktan: Türk üniversitelerinin akılcılık ve bilimsel mantıkla ilişkisi MGK bildirilerini aşar mı?
Bu rektörlerin üniversitelerinde bu ülkenin 1/3'ü yoksulluktan kırılıyor diyen kaç öğretim görevlisi var? bu ülkede Kürtler de yaşıyor diyebilen kaç? Kaç öğretim görevlisi bu güne değin çıkıp resmi devlet politikalarının dışında iki çift laf etti? Kaç öğretim görevlisi üniversiteler sermayenin arka bahçesi haline getirilirken itiraz etti? Kaçı üniversite hastanelerinin özelleştirilmesine karşı çıktı? Kaçı hastanelerinde yüzlerce insanın asgari ücretle ve iş güvencesiz çalıştırılmasına 'hayır' dedi? Kaçı çıkıp da 'Alevilerden aldığımız vergilerle Sünni imamlara maaş veriyoruz ayıp değil mi?' diye sordu.
Esas ayrımcılık bundan sonra başlayacakmış?! Yoksul çocukları üniversitelere diğerleriyle aynı şartlarda mı hazırlanıyor? Dershaneler ne kadar para istiyor ve bir işçi ayda ortalama ne para kazanıyor bir fikirleri var mı bunların? Üniversiteler ticarethane olmasın diyen gençleri üniversitelerden uzaklaştırırlarken akıllarına hiç ayrımcılık yaptıkları geldi mi? Ben Devrimciyim, ben Kürdüm diyen gençleri bir kalemde terörist ilan ediyorlar, aylarca okullarından uzaklaştırıyorlar, hatta okullarından atıyorlar. Ya bunları yaparken akıllarına ayrımcılık yaptıkları geliyor mu?
Bu rektörler mi bilimsel özgürlükten söz ediyor? Bu rektörlerin üniversitelerinde resmi devlet politikası dışında laf edebilen kaç öğretim üyesi var!? Bunların tamamına yakını İslamcı olmasın sakın!?
Bunlara kimse söylemiyor mu acaba?: "Bu ülkede zerre bilimsel özgürlük varsa emin olun ki sayenizde değil size rağmen var? Size rağmen var çünkü bu ülkedeki bilimsel özgürlüğün arkasında siz ve temsil ettiğiniz resmi devlet ideolojisi değil devrimciler, sosyalistler, mücadele eden emekçiler ve Kürtler ve üniversitelerinizin kapısının önünden dahi geçirmediğiniz İsmail Beşikçi türünden aydınlar var. Ve bunların hiç biri de sizin dostlarınız değil" diyen yok mu bunlara?
Türban'a itiraz ediyorlarmış. Biz de itiraz ediyoruz. Ama bu rektörlerin dostları değiliz. Dostları değiliz çünkü biz AKP-MHP’nin türban operasyonuna yetişkin insanların seçimlerine müdahale etmek için değil bu seçimlerin gerçek bir özgürlük ikliminde yapılabilmesi için karşıyız. Ilımlı değil gerçek bir laiklik istediğimiz için karşıyız.
Bu ülkede toplum nasıl oldu da bu denli dinselleştirildi sayın rektörler? Size o kocaman rütbeleri veren devletinizin sola, devrimcilere ve Kürtlere karşı politikası olmasın sakın! Dün PKK'yi etkisizleştirmek için Hizbullah'ı örgütleyenler bu gün de benzeri bir operasyonu sessizce yürütüyor Kürt illerinde. Hem de şikâyet ettiğiniz 'ılımlı İslamcılarla birlikte. Var mı bir çift lafınız?
Bu sayın rektörlere soralım: "çok uzak değil daha 10 yıl öncesine kadar devletinizin uçakları-helikopterleri 'İslam’ın ipine sarılın' diye bildiri atıyordu Kürt köylerine. İlaç olsun diye bir itiraz duymadık siz laiklik aşığı rektörlerden!" Hadi son 27 yılı geçtik ey sayın rektörler bari bu gün artık gerçek bir laikliği savunun. Bari bu gün geçmiş 27 yılın özeleştirisine katkıda bulunun. Fakat ne özeleştiri verebilirsiniz ne de laikliği savunabilirsiniz. Çünkü size o rütbeleri verenler isterler ki din her an ellerinin altında dursun, sola/sosyalizme/Kürtçülüğe karşı kullanılabilir olsun.
Aydınlanma mı istiyorsunuz? Nereler aydınlansın, neler aydınlansın? 12 Eylül aydınlansın mı? Üniversiteleriniz nasıl el pençe divan durdu faşist darbecilerin önünde, aydınlansın mı? 3000 faili meçhul cinayet aydınlansın mı? Bu cinayetlere ne dediniz aydınlansın mı? 27 yılda yüz binlerce insan işkence tezgâhlarından geçirildi? Aydınlansın mı? 30 bin Kürt 5000 Türk iç savaşta öldü, hala ölüyor? Niçin ölüyor aydınlansın mı? Daha evvelki gün cezaevlerinde katliam oldu. Aydınlansın mı? Daha dün Hrant'ı katlettiler. Katleden kurşun nasıl bir toplumsal atmosferin ürünü? Nasıl bir devlet örgütlenmesinin ürünü? Bu atmosfere bu örgütlenmelere sizin katkınız ne? Aydınlansın mı?
Sizin aydınlanmanız nasıl bir aydınlanma ki bu toplum hiç göremiyor ey sayın rektörler?
Belli ki siz âlemi kör milleti sersem sanıyorsunuz.
Üzgünüm ama biz sosyalistler ne körüz ne de sersemiz.
Türban bir neden değil sonuçtur. Pek çok arkadaşımız yazıyor tekrar etmeyeceğim. Toplumun İslamileştirilmesi ABD'nin yeşil kuşak oluşturma projesiyle başladı, 70'li yıllardaki devrimci uyanışa karşı hızlandırıldı, 12 Eylül'de derinleştirildi, PKK'nin ortaya çıkmasıyla da özel bir nitelik kazandı. Türban bütün bu sürecin toplamında oluşan İslamileşmenin sonucu ve simgesidir. Aynen üniversitelerin kurumsal ideolojisinin otoriter milliyetçilik olmasının da bu sürecin bir başka sonucu olması gibi.
Ne türbanı serbest bırakacak ne de yasaklayacak kudrete sahibiz. Doğru; 18 yaşını geçmiş reşit insanların bedenleri, hayatları ya da giysileri hakkında verdikleri kararlara da saygı duyarız. Fakat bizim açımızdan Türban'ın bir hak ya da özgürlük sorunu olabilmesinin koşulu ılımlı değil gerçek laikliktir. (1)
Bu yaklaşım ilk bakışta bir dayatma gibi gözükebilir. Fakat şunu unutamayız: 'özgürlük' bir aydınlanma kavramıdır. Aydınlanma ise ancak devletin dinden arındırılması, dinin özel yaşamla sınırlandırılması ve bu temelde yükselen gerçek bir demokrasiyle mümkün olabilir. Böylesi bir aydınlanmaya sırtını dönmüş bir arayışa da karakterini sadece iman/dogmalar verir. Türban'lı genç/yaşlı kadınlar ve savunucuları kusura bakmasınlar ama ‘ılımlı laiklik/ılımlı islamcılık’ ikilemine hapsedilmiş bir toplumda türban bir özgürlük sorunu olarak ele alınamaz.
Peki ama biz bu İslamileşmeye itiraz ederken bunu örgütleyenlerle yan yana durabilir miyiz? Yaşadığımızı şey tam da Türk ordusunun, Türk üniversitelerinin laikliği değil mi? Zaten sahici değil 'Ilımlı' olan laikliğin AKP eliyle daha bir yozlaştırılması değil mi?
Öyleyse Türk İslamcılığı ve Türk Milliyetçiliğinin dinci kanadının ortaklaştığı bu süreçte biz Türk milliyetçiliğinin laik ama otoriter, rektör görünümlü asker, renkli görünümlü haki kanadının yanında duramayız. Gerekirse bir başımıza kalalım fakat özgürlükten ve laiklikten sadece resmi devlet ideolojisini anlayanlarla, asla yan yana durmayalım.
Bu rektörlere ve onların kurmay heyetlerine de söyleyelim: Bilim tercüme ve taklit araştırmalarla değil, en başta gündelik hayatın sıradan olgularını açıklayarak yapılır. Bir emekçi emeğini niçin satar, o emeği kim niçin alır? Bir Kürt niçin isyan eder? Devrimcilere ve Kürtlere niçin işkence yapılır? Hatta daha basiti, asker ocağında gençlere niçin küfredilir niçin dayak atılır?
Bir genç kız niçin bedenini sıkıca örtmek ister?
Bir elma niçin yere düşer?
Ama siz 'niçin'i sürgün ettiniz bu topraklardan sayın rektörler!
Dr. Ahmet Tellioglu
İslamcı cumhuriyetin sembolü: Türban -Mustafa Peköz
Her askeri darbeden güçlenerek çıkan İslamcı hareket, generallerle birlikte, sistemin ikinci ortağı haline geldi. Bu nedenle stratejilerini kontrollü ama çok daha açık bir tarzda uygulamaya başladılar. Türban meselesi de bu politik yönelimlerin bir parçasıdır. Yerel İslami iktidarlarda fiilen yaşama geçirilen ‘türban’ın Ankara’ya bağlı olan sistem kurumlarında da resmileştirilmesi, esasen tarikatların iktidar gücünün pekişmesi anlamına gelmektedir. Türban soyut bir insan hakları sorunu olarak ele alınamaz.
İslamcı hareketin son yıllarda gündemleştirdiği ve Türkiye genelinde ciddi bir iç politik krize neden olan ‘Türban sorunu’ oldukça önem kazanmaktadır. İslamcı hareketin yaşam tarzı olarak ön plana çıkan ve aynı zamanda siyasal faaliyetin önemli bir alanını oluşturan Türban sorununda meydana gelen her gelişme, politik İslamcı hareketin güçlenmesine nesnel bir zemin hazırlamaktadır. Türkiye’de dinsel yapının etkisi de dikkate alındığında, Türban’ı politik mücadelenin bir aracı haline getirmek için oldukça geniş altyapı mevcuttur.
Boğaziçi Üniversitesi Siyasal Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Binnaz Toprak ve Doç. Dr. Ali Çarkoğlu'nun Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etütler Vakfı'nın (TESEV) desteğiyle yürüttükleri araştırma Türkiye toplumunun dinsel ve özellikle türbana yaklaşımını ortaya koymaktadır. Örneğin “...halkın % 42,6'sı bugün Türkiye'de dindar insanlara baskı yapıldığını düşünmekte, bu baskıya örnek vermeleri istendiğinde baskı yapıldığını düşünenlerin % 64,8'i türban sorununu gündeme getirmektedir. Devlet memuru kadınların ve üniversite öğrencisi kızların isterlerse başlarını örtmelerine izin verilmesi gerektiğini düşünenler % 66,6'dır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nı destekleyenlerin oranı % 86,7 gibi bir çoğunluk oluşturuyor... % 69,2 ise başörtüsü, kurban derisi bağışı, Cuma namazı saatleri konularında devletin daha esnek davranmasını ve insanlara baskı yapmamasını istemektedir... Araştırmanın üçüncü önemli bulgusu Türkiye'de Şeriat'a dayalı bir din devleti kurulmasını isteyenlerin oranının % 21,2 gibi oldukça yüksek bir rakam çıkmasıdır...”[1] Bu veriler Türkiye’nin toplumsal yapısını anlamak bakımından önemlidir. Türban gibi hassas bir konuda, İslamcı hareketin politik avantajları bakımından bize bir fikir vermektedir. Politik İslamcı grupların, türban sorununu neden öncelikli sorun olarak ele aldıkları ve politik mücadelenin bir aracı haline getirdikleri daha somut olarak anlaşılmaktadır.
Özellikle de devlet kurumlarından türbanın yasallaştırılması için verilen mücadelenin amacı, İslamcı yaşam tarzını, sistemin bütün alanlarına egemen kılmaktır. Çünkü türban, özellikle ideolojik ve politik bir simge olarak kullanılmaktadır.
Prof. Dr. Necla Arat, başörtüsü ile türban arasındaki geleneksel ve politik farklılık için şunları belirtiyor: “Başörtüsü takmak ile türban takmak, aynı şekilde değerlendirilmemelidir. Geleneksel başörtüsünü takan köy ve kasaba kökenli milyonlarca kadın, bunu türbanlılar gibi, dinsel bir üniforma ya da şeriat devlet yanlısı basının sözcükleri ile 'Menzil-i maksuda ulaştıracak yolda kazanılmış ilk zafer' yorumlanması ile dinsel-siyasal bir araç olarak taşımamaktadır. İki konuyu ve bu iki kesimi kesinlikle birbirinden ayırmak gerekir...”[2] diyor.
Türbanın politik yaşamanın bir parçası haline getirilmesi, devlet kurumlarında özellikle okullarda-üniversitelerde yasallaştırılması, devletin izlemiş olduğu dönemsel bir politikanın sonucudur. Bugün, ‘türban’ sorunu iç politik çatışmanın en önemli konularından biridir. Özellikle 1980 Askeri darbesiyle, ‘Türk-İslam Sentezi’nin devlet politikası olarak benimsenmesinden sonra, İslami bir simge olarak kullanılan Türban’ın devlet kurumlarında ‘serbest’ bırakılmasına karar verildi.
12 Eylül askeri darbesinde Başbakanlığa getirtilen emekli Oramiral Bülent Ulusu'nun hükümetinde diyanetten sorumlu devlet bakanı olan Mehmet Özgüneş, kamu personelinin kılık kıyafet yönetmenliğinde yaptırdığı değişiklikle, bakanlık personelinden "dini eğitim gören erkeklerin sakal bırakabileceklerine, kadınların görev yerinde başlarını bağlayabileceklerine" karar verdi.[3] Bu yasa değişikliği ile türban, devlet kurumlarında yasallaştırıldı. Bu ‘yasal düzenleme’ bir bakıma İslamcı tarikat örgütleriyle generaller arasındaki anlaşmaların bir sonucuydu.
Gazi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Tahir Hatiboğlu, İrtica üzerine yapılan bir konferansta yapmış olduğu konuşmasında şunu belirtiyor. “ … Tabii türban Türkiye'de üniversitelerde irtica’ın simgesi olduğundan çok önemli. Bu da Doğramacı’nın ürünüdür. Doğramacı 10 yıl içinde birçok kez karar değiştirmiştir… 12 Eylül 1980’den sonra oluşturulan Yüksek Öğrenim Kurumu (YÖK) Başkanlığına getirilen İhsan Doğramacının 1987 yılında söylediği: ‘Saçını örtmek isteyenlere serbestlik yoluna gidildi. Bunun dışında giyim kuşam serbest değildir. Mutlaka çağdaş olması gerekir. Benim bildiğim fes yasağı var, Devrim Yasaları başörtüsü yasağı var dememiş. Fesle üniversiteye gelmek mümkün değil, fakat başörtüsü serbest. Kanunen yasaklanmayan kıyafet serbest’ diyordu. Böylece Türkiye’nin laik sisteminin en temel güvencelerinden biri olarak görülen üniversitelerde ‘türban’la eğitimin yapılması için gerekli ‘yasal’ olanaklar tanınıyor. Bu açıklamadan sonra Süleyman Demirel DYP Genel Başkanıyken şunları belirtiyor: ‘Kişi başını örtmek istiyorsa örtsün, ona niye karışılıyor. Laiklikle bir ilgisi yoktur. Yasalarla yasaklanmamış bir kıyafettir, serbesttir.’”[4]
Eski YÖK Başkanı İhsan Doğramacı ve Demirel’in söylediklerinin bir benzeri, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin lideri Evren tarafından da dile getiriliyor: “…Türbanlı öğrenciler kalkıp da devlet kuracağız demiyorlar. Ama solcu öğrenciler sol yumruklarım kaldırıp, ‘tam bağımsız devlet istiyoruz!’ diye bağırıyorlardı”[5] Evren bu sözlerini 1980’li yıllarda değil, 1990’da söylüyor. Yani İslamcı hareketin Türkiye’de çok ciddi bir gelişme gösterdiği dönemlerde açıklıyor. Laik ordu adına, ülke yönetimine el koyan General Evren, türbanlı öğrencilere çok açık bir destek sunuyor. Peki, kime karşı? ‘Sol’ öğrencilere karşı. Evren’e göre sol’cu öğrenciler, ‘yeni bir devlet kurmak istiyorlar’, türbanlı öğrencilerin böyle bir talepleri yok. Bu anlayış aynı zamanında İslamcı hareketin politik stratejisinin devletin çıkarları ile örtüştüğünün bir yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yine Prof. Dr. T. Hatiboğlu, 4 Aralık 1988’de, Doğramacı başkanlığında toplanan YÖK’ün, disiplin yönetmenliğine ‘yeni’ bir 17. madde eklediğini belirtiyor. Yapılan bu ‘küçük’ değişiklikle ‘türban’ üniversitelerde yasallaştırılıyor. “Dini inanç nedeniyle boyun ve saçlar örtü veya türbanla kapatabilir” deniliyor. Sunduğumuz birkaç veriden anlaşılabileceği gibi, ‘türban’ devletin politik yönelimine ve dönemsel ihtiyaçlarına göre ‘serbest’ ediliyor ya da ‘yasaklanıyor’. Yani sistem, türbana karşı değil. Dönemsel politik koşullara ve sistemin ihtiyaçlarına göre, devlete ait kurumlarda türban’ın kullanımına izin veriliyor.
Türkiye’nin bugünkü siyasal konjonktürü içerisinde, türban sorunu, toplumsal ilişkilerde, politik yaşamda ve devletin kurumları arasında öncelikli olarak ön plana çıkan tartışmalı konulardan birini oluşturmaktadır. Özellikle, Türkiye toplumu üzerindeki dinsel etkiler dikkate alındığında bu sorunun önemi çok daha iyi kavranabilir.
İslamcı hareketin politik faaliyetinin bir parçasını oluşturan ‘türban’, geleneksel İslamcı yaşam tarzının yaygınlaştırılması anlamına gelmektedir. Çünkü türban sorunu, politik İslamcı hareketin genel stratejisinin önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Prof. Dr. Türker Alkan, Başörtüsü’nün Türban’a dönüştürülerek, ideolojik bir simge olarak kullanılıp politik faaliyetin bir parçası haline getirildiğini ve özellikle İslamcı partilerin tarafından propaganda aracı olarak kullanıldığını belirtirken şunları ifade ediyor: “Yargı organları türbanı şeriatın simgesi olarak görmekte haklı mıdır? Sorun burada düğümleniyor. Bu sorunun yanıtını yargıda değil, uzun yıllardır türbanı şeriatın simgesi olarak selamlayanlarda aramalıyız. Ben 1960'ların başlarında üniversite öğrencisiydim. Okulumuzda çok sayıda kız öğrenci vardı. O zaman henüz türban icat edilmemişti. Eski usul başörtüsü vardı. O başörtüsü de pek çok şeyi simgelerdi kuşkusuz: Dindarlığı, tevazuyu, geleneklere bağlılığı, eşine sadakati, muhafazakârlığı... Bir ideolojik ve siyasal silah değildi, kültürel bir tercihti. Ve kadınların güzelliğine pekâlâ bir şey de katardı. Ve okulumuzda kaç kız başörtüsü takardı, hiç düşünmedik. Belki kimse takmazdı, belki de yarısı takardı. Ama bir ideolojik kavga aracına indirgenmediği için buna dikkat etmek aklımıza bile gelmemişti. Okul yönetiminin de bu konuda belirli bir tavrı yoktu. Ve ne Anayasa Mahkemesi, ne de Danıştay bu konuları gündemine alma gereği duymuştu. Kimse seçim meydanlarında türban nutukları atmazdı. Bu nedenle de, o dönemde, kadınların bütün ortamlarda başörtülerini takma özgürlüğü vardı. Sonra Erbakan'ın partiler dizisi çıktı karşımıza. Başörtüsü (özel ve simgesel takılış biçimiyle 'türban') kültürel bir tercih olmaktan çıktı, siyasal bir savaş aracına indirgendi. O andan itibaren ‘türban’ masumiyetini yitirdi. Şeriatçı siyasetin simgesi oldu. Anayasa Mahkemesi'nin, Danıştay'ın karar vermesi gereken konular arasında yer aldı...”[6]
Anayasa Mahkemesi kararıyla, Türban kamu kurumlarında yasaklandı. Yüksek Öğrenim Kurumu (YÖK) da Anayasa Mahkemesi’nin kararını uygulamaya koyarak türbanlı öğrencilerin üniversitelere girişini yasakladı. Bu pratik uygulamalar, İslamcıların etki alanına yapılan ilk aktif müdahaleydi.
Türban eylemi, İslamcı güçler tarafından politik gündemin ilk sıralarına oturtuldu. İslamcı hareketin genel politik etkisine güvenilerek, Türban konusunda önemli bir toplumsal tepkinin oluşacağını ve böylece İslamcı yaşam tarzını meşru bir zemine oturtabileceklerini düşündüler. Ancak beklenen olmadı. İslami hareketin kendisi dahi kendi içerisinde bir bütünlük sağlayamadı. Ancak, bütün İslamcı kesimlerin üzerinde anlaştığı bir nokta: Türbana yönelik alınan kararlar, İslamcı harekete yönelik doğrudan yapılan bir saldırıdır. Çünkü Türban, İslamcılar için politik bir simgedir. Bu neden, Türbanın yasaklanmasına karşı, değişik eylem biçimleriyle türban sorunu sürekli gündemde tutulmalıdır. Bunun birinci derecede muhatapları da, üniversitelere ve liselere alınmayan bayan öğrencilerdi.
Türban eylemlerine aktif olarak katılan öğrencilerin yaptığı değerlendirmeler, türban sorunu ile İslamcıların politik stratejisi arasında doğrudan bir ilişkinin var olduğunu ortaya koymaktadır. Örneğin Ayşe Gül Çetin şöyle ediyor: “Her geçen gün azalan sayıya, polis coplarına, baskılara, tehditlere, okuldan atılmalara rağmen direnenler ise çağları aydınlatacak bir çığlığın sahipleridir... Başörtüsünü Hz. Muhammed'den bu yana devralınan bir bayrak gibi taşıyanlar ve direnenler, İslami mücadelede kadının olması gereken yerini örneklemektedir.”[7] Gül Çetin, türbanlı öğrencilerin, devletin güvenlik güçlerinin saldırılarına maruz kaldığını belirtirken aynı zamanda, Başörtüsünün, ‘Hz. Muhammed'den bu yana devralınan bir bayrak gibi taşıyanlar ve direnenler’ tarafından savunulduğunu ve bunu bir bakıma İslam davasıyla eşleştirdiğini ifade etmektedir.
Türkiye’nin birçok ilinde Türban’ı gerekçe göstererek, İslami direnişe kalkışan İslamcı güçlerin deneme yaptığı illerden birisi de Malatya’dır. Araştırmacı Ruşen Çakır, bu ildeki gelişmeyi şöyle değerlendiriyor: “İslamcılığın önde gelen kalelerinden biri olarak görünen Malatya son kitlesel türban direnişlerinden birini yaşadı... İnönü Üniversitesi'ne de sıçrayan türban sorununa, ‘Malatyalılar’ diye bilinen grup başta olmak üzere bu ilin meşhur ‘radikal İslamcıları’ el attı. Devletin bir ‘kalkışma’ olarak göstermek istediği Malatya olaylarında radikal İslamcıların gerçek niyetinin ne olduğu tam olarak öğrenilemedi. Siyasal iktidarı ele geçirip bir İslam devleti kurma perspektifine sahip olmakla birlikte devlete yönelik ciddi bir eyleme pek girişmemiş olan bu gruplar, gelişen olayların kendilerince bir değerlendirmesini yapıp yirmi yıl sonra beklenen ânın geldiği kararına mı varmışlardı? Yoksa Malatya'nın ‘İslamcı’ imajına gölge düşürmemek için, kaybedeceklerini bile bile mi ortaya atmışlardı kendilerini? Veya türban gibi haklı ve popüler bir davadan istifade ederek kendilerinin ve devletin gücünü sınamaya mı giriştiler?” Birçok soru soran R. Çakır’ın bildiği belki de çok açık ifade etmediği gerçek durum şu: Türban sorunu, politik İslamcı akımlar için, sistemle mücadelede bir prova alanını oluşturmaktaydı. Malatya’nın tercih edilmesi ayrı bir özelliği bulunmaktadır. Çünkü burada, özellikle Müslüm Gündüz’ün grubu olarak bilinen Azimendci radikal grubun çok ciddi bir etkinliği bulunmaktadır. Malatya İnönü Üniversitesi’nde, Türban’ın kitlesel bir boyut kazanması, bu grubun faaliyetleriyle doğrudan ilişkilidir.
Türbanlı öğrencilerden Ayşe Doğan, türban sorunun aynı zamanda cihad için yürütülen mücadelenin bir parçası olduğunu vurgulamaktadır: “İslamcı çevrenin, özellikle İslamcı görüşe mensup erkek öğrencilerin yaklaşımları da dikkat çekiciydi. Onlar da başörtüsünün vazgeçilemezliğine inanmakla birlikte, bizlerin okumakta ısrar edişini saçma buluyordu, hepsi değilse bile büyük bir kısmı. Bizi desteklemelerinin birinci sebebi, davamıza gönülden inanmış olmaktan çok, bu semboller (sarık, başörtüsü, çarşaf, şalvar, sakal, vs.) dolayısıyla din ve halk düşmanlığı yapan daha çok yönetici-elit sınıfın kinine karşı bir mukavemet, mücadele, cihad isteği idi.”[8] Bu eleştirel yaklaşım aynı zamanda İslamcı hareketin, Türban sorununu sisteme karşı yürütülen ‘cihad’ isteğinin bir parçası olarak gördüğünü de vurgulamaktadır.
Başörtüsü sorununu eleştirel bir tarzda ele alan Yeter Şahin de, Türban’ın dinsel bir simge olduğunu ve bunun için sonuna kadar mücadele edeceklerini belirtmektedir. “... Örtü yasağı sadece düzenden gelen bir baskı değil; başörtülü, devlet ve muhafazakâr kesim arasında sıkıştırıldı. Türkiye'de şu anda ortalığı dolduran kadınlar Müslüman kadınları yeterince temsil edemiyor ve gelenekten beslenen ve kendi çabalarıyla geliştirilen bir zihniyet yapıları yok. Onlar bizim boş bıraktığımız ara dönemi, geçici dönemi dolduruyorlar. Erkeklere gelince, onlar bizden yana değil, devlete karşı bir tavır almışlardı. Yaşadığımız duygusallık bizi birbirimize yaklaştırdı ve dünyayı yaşadığımız tecrübeden ibaret gördüğümüz için dini, siyasi kimliklerini öğrenmek bizim için yetiyordu. Başörtü yasağına karşı mücadele bizim gibi dini kaynaklarla beslenen herkesin öz be öz malıdır, kimsenin tekelinde değildir. Kavgamız hâlâ içten içe devam ediyor ve bu harekette yerimizi de kendimiz almak durumundayız.”[9]
Türban sorununu kendileriyle özdeşleştiren Refah Partisi’nin kapatılmasından sonra kurulan Fazilet Partisi Genel Başkanlığına getirtilen Recai Kutan, FP’nin ‘türban’ konusunda aynı politik çizgiyi devam ettirdiğini açıklamış. “Bazı üniversiteler 'türban ve başörtüsünün kız öğrenciler tarafından, inançları gereği olduğu için değil, siyasi bir görüşün simgesi olarak takıldığını' iddia etmektedirler. Hatta İstanbul Üniversitesi Rektörü 'Başörtülü kızların anayasal düzeni bozma çabasında olduklarını' söylemektedir. Bu görüşlere mukabil, diğer bazı çevreler ise şunları dile getirmektedirler; 'Başörtüsü üniversitelerde, siyasi bir görüşün simgesi, laik cumhuriyete bir karşı çıkış mesajını veriyor da, aynı başörtüsü sokağa çıkınca nasıl bir masum hüviyete bürünüyor?' Sizin bu mantığınıza göre sokaktakilerin de başörtüsünü açmak gerekmez mi? Devletin bir kuruluşu olan Diyanet İşleri Başkanlığı kızların başlarını örtmesini dinin kesin bir emri olduğunu bildiriyor. Başörtüsü yasaklanır ise 'Eğer bir hanım örf ve adetlerinin gereği olarak başını örtüyorsa, bunda herhangi bir sakınca yoktur. Ama üniversiteli kızı, örf ve adetlerin, İslam dininin gereği olduğu için değil, laik cumhuriyete karşı çıkış maksadıyla başlarını örtmektedirler' demektedirler. Bu iddiada bulunabilmek için en basit hukuk prensiplerinden haberdar olmamak gerekir. Bu kızlarımızın başlarını bu niyetle örttüklerini peki siz nereden biliyorsunuz?” diyor.[10]
Kutan, türban sorunu üzerine yaptığı bir başka değerlendirmesinde benzer fikirlerini tekrarlıyordu: “FP olarak millet iradesinin dışında hiçbir güç tanımıyoruz. Cumhuriyeti, demokrasiyi, laikliği soyut kavram olarak değil, ancak milli iradeyle manalandırıyoruz. Bu manada kılık kıyafet meselesini bir insan hakkı meselesi olarak mütalaa ediyoruz. Bugün YÖK ve üniversitelerin bu konudaki tatbikatını milli iradeye ve milletin değerlerine yabancı uygulamalar olarak görüyoruz. Bu uygulamayı yapanların millete karşı bir sorumlulukları bulunmamaktadır. FP iktidarında millet iradesinin dışında hareket eden YÖK, üniversite ve TRT gibi oligarşik adacıkları, milli iradeye karşı sorumlu hale getirecek hukuki düzenlemeleri yapacağız...”[11] Yasal bir parti olarak kurulan İslamcı Fazilet Partisi’nin açıklamaları hemen her zaman dolaylı mesajlar içermiştir. Ancak, RP ve FP her koşulda, Türban sorunun siyasal gündemde tutmayı çok bilinçli olarak tercih etti. Çünkü böylece, hem İslamcı çevrelerin aktifleşmesini sağlıyorlardı hem de kendilerine oy veren kesimleri böylece oylamış oluyorlardı. FP, Türban sorununu, kendi politik çıkarları için uzun bir süre kullandı. Ancak bir yandan kitlesinin, türban için yapılan eylemlere aktif olarak katılmasını engellerken diğer yandan bir kısım milletvekilleriyle, türbanlı bayanların eylemlerini ziyaret ederek politik destek sundukları mesajını veriyorlardı. İkili bir oyun oynamalarına rağmen, FP’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasının önemli gerekçelerinden biri, izledikleri ‘türban politikası’ oldu.
İslamcı hareketin doğal lideri olarak bilinen Erbakan’ın, “Üniversite Rektörleri, başörtülü kızların karşısında selama duracaklardır...” açıklaması, İslamcı hareketin politik bakış açısını ortaya koymaktadır. Erbakan’ın bu sözleri de, Refah Partisi’nin kapatılmasının gerekçeleri arasında sayıldı.
Üniversitelerdeki türban eylemleri, devletin geliştirdiği çok yönlü politikalarla (zaman zaman şiddet içeren) önemli oranda geriletildi. İstenilen ve beklenilen toplumsal tepkiyi göremeyen İslamcı hareket içerisinde ise ‘hayal kırıklığı’ yaşandı. İslamcı kitlenin özellikle yasal İslamcı partiye olan güveninde önemli kırılmalar oluştu. Bu kırılma, FP’nin seçim sonuçlarına yansıdı.
Ancak, İslamcı hareket, Türban’ı devlet kurumlarında yasallaştırmak için yeni taktikler uygulamaya başladı. İç politik çatışmayı tırmandıran Erbakan, 18 Nisan 1999 seçimlerinde, türbanlı Merve Kavakçı’yı, İstanbul’da ilk sıralarda aday göstererek, milletvekili olmasını sağladı. Bu pratik yönelim, bir bakıma politik İslamcı hareketle devletin geleneksel politikası arasında tam bir güç gösterisiydi. Devletin kamusal alanlarında/kurumlarında türbanın yasaklanmasına karşı, devletin sembolü sayılan TBMM’de türbanlı milletvekillerinin yer alması, aynı zamanda devletin bütün politikalarını alt üst edeceği gibi, politik İslamcı güçler önemli bir inisiyatif elde etmiş olacaklardı. Buradaki başarı, aynı zamanda Türban’ın bütün alanlarda yasallaştırılması anlamına gelecekti. Bu da, şeriat mücadelesinde önemli bir kilometre taşı olacaktı. Gerek devletin geleneksel politikaları gerekçe politik İslamcı güçler, bu mevcut gelişmelerinin farkındaydılar. Özellikle Erbakan, bütün siyasal riskleri göze alarak, Merve Kavakçı’nın TBMM’ye gelerek, mutlaka ‘milletvekilliği yemini etmesini’ sağlamak için bütün parti yönetimlerini harekete geçirdi ve şu talimatı verdi: “Bu bizim namus meselemiz. Orada 110 kişisiniz, Gerekirse kavga edeceksiniz ve yemin ettireceksiniz...”[12]
Yine Erbakan, Merve Kavakçı’ya, “yarın Meclise tesettürünle gireceksin, yeminini edeceksin, sırana oturacaksın. Kimse seni engelleyemez, bu senin hakkın” diyordu.[13] Merve Kavakçı’nın parlamentoda ‘türban’ kullanarak ‘milletvekilliği yeminini yapmaya kalkması, hem ülke genelinde hem de FP içerisinde ciddi tartışmalara neden oldu. M. Kavakçı, doğal lideri Erbakan’dan güç alarak Parti yönetimine karşı sert çıkışlar yaptı. FP Genel Başkan’ı Kutan, "Kızım sen buraya niye geldin. Biz seni çağırmadık. Çağırdığımız zaman gelecektin. Böyle programlamıştık." M. Kavakçı da şu yanıtı verir: "Ne biçim partisiniz. Beni savunmuyorsunuz. Kellemi kesseniz başımı açmam. Bu partide koordine yok. Biri gel diyor, diğeri gelme diyor. Ben mazlum halkı temsil ediyorum. Gidin kiminle anlaşacaksanız anlaşın, bu işi çözün. Ama anlaşın. Ben yemin etmek istiyorum."[14] Tam bir politik krize neden olan ve İslamcılar bakımından tam bir politik eylem olarak görülen Kavakçı’nın, türbanı ile ‘yemin etme’ isteği devletin bütün temel kurumları arasında ciddi sorunların doğmasına neden oldu. Özellikle ordu eksenli geliştirilen politik baskılar sonucu FP geri adım atarak, Kavakçı’nın yemin etmesinden vazgeçildi ve aynı zamanda ‘Amerika Vatandaşı’ olduğu tespit edilen ve bu nedenle milletvekilliği iptal edilen M. Kavakçı, yapmış olduğu bir basın toplantısında şunları dile getirdi: “Millet Meclisinde, milletin vekiline temsil imkânı verilmedi” dedi. Millet iradesinin Millet Meclisinde hiçe sayıldığını savunan Kavakçı, “Benim bu kıyafetimle and içmemi engelleyecek ne bir Anayasa hükmü, ne bir iç tüzük maddesi, ne de herhangi bir yasa hükmü mevcuttur. Ben Yüksek Seçim Kurulu'na karşınızda şu anda bulunduğum halimle başvurdum. YSK da adaylığımı bu halimle onayladı” görüşünü dile getirdi. Prosedüre uygun olarak mazbatasını aldığını, TBMM'ye kaydını yaptırdığını anlatan Kavakçı, konuşmasını şöyle sürdürdü:
“Ben bir Cumhuriyet çocuğuyum. Bugün karşımızda milletimden aldığım yetki ile onları kendi Meclislerinde temsil yetkisi ile bulunuyorum. Ancak insanları tertipleştirmeye çalışan, dayatmacı zihniyetler benim laik cumhuriyet üzerine and içmeme engel oldular. Milletin iradesinin tecelli etmesine mani oldular. Hâkimiyetin kayıtsız şartsız milletin olduğunu inkâr ettiler. Evlatlarını bu vatan uğruna şehit vermeyi en büyük şeref sayan şehit analarımızın ve şehit eşlerimizin başını örten bu örtü, bugün Kavakçı'nın Meclise girmesine engel gösterilmek isteniyor. Bunun, siyasi simge olduğu iddia ediliyor. Şunu açıkça ifade edeyim; benim başım inancım gereği kişisel tercihim sonucu örtülüdür. Bu da uluslararası hukukun ve anayasanın teminatı altındadır. Benim uluslararası hukuka, anayasaya ve iç tüzüğe uygun olarak Mecliste ortaya koyduğum demokratik tavrımı provokatörlük olarak niteleyenler meseleye tarafsız, önyargısız bakabilselerdi, bu sıfatın bana değil and içmeme mani olanlara daha çok yakıştığını göreceklerdi...”[15] M. Kavakçı’nın bir bütün olarak geri adım atması ve FP’nin kapatılmasında önemli bir faktör oluşturması, Türban konusunda İslamcı hareketin önemli bir mevzi daha kaybettiğini gösteriyordu. Özellikle Anayasa Mahkemesi’nin bu konudaki kararlarının da çok açık olarak ortaya konulması ile hem hukuki hem de politik bir darbe alan İslamcı partinin bölünmesindeki önemli faktörlerden biri olduğunu belirtebiliriz.
Bir raundun kaybedilmesi İslamcı hareket bakımından mevcut durumun kabul edilmesi anlamına gelmiyordu. Bunun için, İslamcı hareketin amacı her politik eylemde, türban olayını güncel politik bir sorun olarak gündemin baş sıralarına oturtmaktı. Gerek 3 Kasım 2002’deki seçimlerde gerekse 22 Temmuz 2007 seçimlerinde İslamcı parti ciddi bir oy patlaması yaparak parlamentoda ezici bir çoğunluk sağladı. İslamcı AKP, ‘türban konusunda bir kısım adımlar atarak, hem İslamcı tabana güven vermek hem de politik bir başarı kazanmak istemektedir.
Türban sorununun çözümlenmesi ve bir bakıma İslamcı hareketin politik ihtiyaçlarına yanıt verilmesi için İslamcı AKP’nin Genel Başkanı ve Başbakan T. Erdoğan’ın ciddi bir çaba içerisinde olduğu biliniyor
Kanal D'de yayımlanan ‘Teke Tek’ adlı programda Fatih Altaylı'nın sorularını yanıtlayan Erdoğan konuşmasında şunları belirtiyor: “Bari özelde kalsın. Tutturmuşlar kamusal alan... Dünyanın hiçbir gelişmiş ülkesinde böyle bir kavram yok. Burasını istedikleri zaman kamusal, istedikleri zaman halka açık alan ilan ediyorlar. Devlette okutturmuyorsun, özel sektörün, vakıfların üniversiteleri var, buralara gitsin. Ama maalesef burada da kaskatı bir tavır. Bu nasıl aşılır? Toplumsal mutabakat dediğim konu bu... Devlette olmuyor, ama hiç olmazsa özel sektör, vakıf üniversitelerinde serbest bırakalım. Devlette görev verme, ama hiç olmazsa üniversitesini bitirmiş kızlarımız yetişsin...”[16] İlk bakışta çok masum görünen bu istemin arka planında yatan ideolojik ve politik yönelim ve yönlendirme dikkate alındığında, asıl amaç ve hedef anlaşılabilinir.
Özellikle AB süreci ile Türkiye’nin iç politik gündemini yeniden meşgul etmeye başlayan Türban sorununa ilişkin yeni yasal düzenlemelerin yapılacağı kesin. İslamcı hareketin önde gelen isimlerinden ve TBMM Başkanı Bülent Arınç, Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği Bursa şubesince (MÜSİAD) düzenlenen “Türkiye'nin Vizyonu” başlıklı toplantıda, başörtüsü konusunda şu açıklamayı yaptı: “(Rektörler, türbanlılara selam duracaktır) sözü ile (Türbanlılar üniversitelere giremez) sözü içeriği itibariyle aynıdır. İki zıt kutuplu olsa bile mahiyeti aynıdır ve bu iki söz sebebiyle bu sorun çözülmüyor... Bugün anketler yapıldığında, her anket en azından üniversiteler kılık kıyafete karışılmaması noktasında yüzde 70'lerin üzerinde bir mutabakat var. Bu biraz daha büyüyecek, gelişecek yasal düzenlemeler ondan sonra gelecektir...”[17] 17 Aralık 2004 tarihinde, AB’nin Türkiye’ye müzakere tarihi vermesiyle, İslamcı çevrelerde ciddi bir iç hareketlenme yaşandı. Özellikle, demokrasiye ve insan haklarına yapılan vurgular esas olarak ‘türbana ilişkin yeni düzenleme’lerin yapılmasını kapsamaktadır. 17 Aralık 2004’te, Türkiye’ye müzakere tarihinin verilmesinden bir gün sonra, Dışişleri Bakanı A. Gül’ün, Türban sorununu bu kez çözeceklerini belirtmiş olması bir tesadüf değildi. İslamcı hükümet, AB ile başlayan müzakere görüşmelerini iç politikada etkin bir araç olarak kullanılacaktır. Özellikle İslamcılar için hem ideolojik hem manevi bir değeri olan Türban sorununun çözümlenmesi için baskı unsuru oluşturulacaktır.
AB, müzakerelerin başlamasıyla birlikte, Türkiye’nin iç politik gündemiyle çok daha iç içe olacak ve aynı zamanda birinci derecede muhatap olmak zorunda kalacaktır. Bu nedenle AB, Türkiye’nin en önemli güncel politik gündem maddesi olmaya devam eden Türban sorunuyla da karşı karşıya kalacaktır.
AB ülkeleri içerisinde yasaklanmaya başlanan, ancak Türkiye’de sistemin bir parçası haline getirilmeye çalışılan türban, ciddi bir politik soruna olmaya devam edecektir. İslami cephenin önemli bir kesiminin ‘türban’ konusunda AB’ye karşı ciddi kuşkuları bulunmaktadır. Birçok İslamcı politikacı, araştırmacı ve yazar, AB’nin İslami değerlere karşı olduğunu belirtmektedir. Örneğin İslamcı yazarlardan İbrahim Karagül, AB ülkelerinin özellikle Fransa’nın, türban dâhil bütün dini simgeleri, okullarda yasaklanmasını, İslam’a karşı bir eylem olarak görmektedir. “... Başörtüsünü yasaklamak için yasa çıkarılmasını isteyen Chirac, bu dünyada bir öncü olacak. Fransa, başörtüsü ile savaşta Özbekistan ve Tunus ile aynı cephede... AB'nin dış politikasını belirlemeye çalışan Fransa bu gidişle Avrupa'nın başörtüsü ile mücadelesini de yönlendirmeye aday.
“Almanya da, başörtüsüne karşı tutumunu giderek sertleştiriyor... Norveç gibi bir ülkede bir bakan çıkıp, ' Müslümanlara Avrupa'da yaşadıkları hatırlatılmalı' diyerek, Avrupa'nın İslam'ı ancak dönüştürerek hazmedebileceğini açıkça dile getiriyor.
“AB üyeliğini isteyen Müslümanlar ile Avrupa bir soruyu dikkatle cevaplamalı: Birbirlerine ne kadar tahammül edebilecekler? Sorun sadece ekonomik refah ve özgürlükler değil. Bu özgürlükler içinde yer verilmeyen İslami hassasiyetler ne olacak? Türkiye'nin AB üyeliğinin önünde sadece 'Kıbrıs engeli' yok... İslam ve Müslümanlar Avrupalılaştırılıp, ondan sonra mı adaylık yolu açılacak? Başörtüsü tartışmalarının bu denli büyütülmesine bakılırsa yeni engeller İslam ile ilgili olacak. Avrupa bu tereddüdü açıkça göstermeye başladı. Peki, Türkiye’de Müslümanlar Avrupa'yı bu açıdan ne kadar sorguluyor acaba?”[18]
İstanbul üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencisi Leyla Şahin’in ‘türban’ takması nedeniyle üniversiteden atılmasına ilişkin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AIHM) yapmış olduğu itiraz başvurusunu değerlendiren Mahkeme üst kurulu, 11.11.2005 tarihinde vermiş olduğu kararla, Üniversitenin almış olduğu ‘türban yasağı karar’ını onaylayarak Leyla Şahin’in başvurusunu reddetti. AHİM kararıyla da ‘türban’ın İslamcı politik bir simge olarak kullanıldığı ve bu bakımdan, ‘insan hakları ihlali kapsamında ele alınamayacağını’ kabul edilmesi, Türkiye’nin iç politikasında ciddi bir tartışmaya yol açtı. Özellikle İslamcı hareket bakımından merakla beklenen kararın olumsuz olması, iç politik dengeleri etkilemekle kalmadı aynı zamanda ‘yeni’den saflaşmaya neden oldu. AB sürecine angaje olan ‘ılımlı İslamcı parti olarak değerlendirilen hükümetteki AKP’yi oldukça zorda bıraktı. İslamcı görüşleriyle tanınan Başbakan’ın açıklamaları, aynı zamanda politik İslamcı hareketin soruna yaklaşımını ortaya koydu. Başbakan, “Mahkemenin bu konuda söz söyleme hakkı yoktur. Söz söyleme hakkı dini ulemanındır”[19] görüşünü dile getirdi. Yani ‘türban’ dini sorundur buna ilişkin kararı da ancak ‘dini ulema’ verebilir. Bir başka ifadeyle, din adamları, toplumun genel-sosyal yaşam tarzı için karar veren ‘yetkili’ merkezler olarak görülmektedir. Türkiye Başbakanı’na göre, AİHM’in türban konusunda karar vermesi yanlıştır. Bu, İslam kuralları içerisinde ele alınması gereken bir konudur.
22 Temmuz sonrası oluşan yeni politik dengeler, İslamcı hareketin devlet kurumlarını bütünlüklü olarak ele geçirme sürecini başlattı. Milliyetçi MHP ile birlikte, türban yasasının mecliste geçirilerek kabul edilmesi, İslam cumhuriyetine geçişte önemli bir aşamayı oluşturmaktadır. İslam’ın günlük yaşama egemen kılınmasının en önemli aracı türbanın eğitim kurumlarına girmesidir. Bu süreç fiilen başlamış durumda. AKP milletvekilleri ve belediye başkanları bu yöndeki amaçlarını çok açık olarak ifade ettiler. Örneğin AKP Konya Milletvekili Hüsnü Tuna, “İnşallah hedefimiz kamu hizmetlerinde de, yani kamu hizmeti veren personelde de böyle bir yasağın olmamasıdır”[20] dedi. Isparta'nın AKP'li Belediye Başkanı Hasan Balaman, “Türkiye'nin demokratik bir ülke olduğunu ve başörtülü bir kadının da belediye başkanı veya daire başkanı olabilmesi gerektiğini”[21] belirterek bir adım daha atmış oldu.
Kemalist rejimin son kalesi suskun. Bakkalın kapısına kilit vuran generaller satış yapamaz durumdalar. Sesleri kesildi, derin bir sessizliğe gömüldüler. Fırtına öncesi sessizlik mi bilinmiyor. ABD’nin çocukları olarak patronlarından konuşma izni henüz almış değiller. Bir de ABD’nin talimatı ile ‘Ergenekon’a dokunmaları generalleri ilk kez bu kadar iktidarsızlaştırdı.
AKP, küçük hasarlarla ‘Türbanı’ artık gündemden çıkartarak rahat bir nefes almak istiyor. AKP’nin generallere vereceği bir başka ödül de, Türban’ın serbest edilmesinin Kürtler üzerinde ciddi bir etki yaratacağını, bunun da belediye seçimlerine yansıyacağını, böylece Kürt ulusal hareketinin etkisizleştirilmesinin bir aracı haline geleceğini iddia etmesidir. İddiası ne kadar tutar, bunu zamanı gelince göreceğiz. Ama esas taktiği, inkârcı rejimin en zayıf noktası olan Kürt meselesinde tutunarak generallerin olası ‘gazabından’ kurtulmak. Yani türbanı da Kürt mücadelesine karşı, rejimi korumanın bir parçası haline getirmeye çalışıyor. Böylece İslamcılar ile generallerin yeni bir buluşma noktası gerçekleşmiş olacak.
Ayrıca Bush, Türkiye’yi ‘Müslüman demokratik bir ülke’ olarak tanımlaması ile ‘türban’ düzenlenmesi arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır. Yani İslamcılığın özgürlük sembolü, küresel sistemin stratejik politikalarının yaşama geçirilmesinin bir aracı haline gelmiş bulunuyor. Bu hep böyle oldu.
dipnotlar
1. www.milliyet.com
2. Aktaran VELİDEDEOĞLU Meriç, “Yaratılan Türban Fırtınası”, Cumhuriyet gazetesi, 5 Haziran 2003.
3. Aktaran TUŞALP Erbi, İslam Faşizmi, Doğan Kitap yay., İstanbul, 1999, syf. 237.
4. Aktaran HATİBOĞLU Tahir, Batı ve İrtica, İstanbul, Kaynak yay., 1999, syf. 332.
5. age, syf. 333.
6. Hayrettin Karaman, “Siyaset-Din İlişkisi ve Başörtüsü”, yeni şafak gazetesi, 20 Eylül 2002.
7. Dökülenler ve Kalanlar Üzerine, Şahitlik, İstanbul, Mazlum-Der., 1998, syf. 223-224.
8. Ayşe Doğan’ın Tanıklığı-Bütün Yönleriyle Başörütüsü Sorunu, İstanbul, Mazlum-Der., 1998, syf. 277.
9. ÜNLÜ Vildan Özcan, Bütün Yönleriyle Başörtüsü Sorunu, İstanbul, Mazlum-Der, 1998, syf. 226-227.
10. Aktaran AKSOY, 28 Şubat’tan Balgat’a Mücahit!!!, İstanbul, Ümit yay., 2000, syf. 29-30.
11. age, syf. 39.
12. age, syf. 96.
13. age, syf. 119.
14. age,syf. 106.
15. age, syf. 107.
16. Milliyet gazetesi, 10.07.2004.
17. Yeni şafak gazetesi 27.12.2004.
18. KARAGÜL İbrahim, “Avrupa Birliği'ne üyelik yolunda yeni engel başörtüsü mü olacak?”, Yeni şafak gazetesi, 8 Kasım 2003.
19. Şafak, Radikal, 15.11.2005.
20. Radikal, 26.01. 2008.
21. Milliyet, 28.01.2008.
Başörtülü kız kardeşlerime...-Ece Temelkuran(Milliyet)
Başörtülü kız kardeşlerime...-Ece Temelkuran(Milliyet)
|

|
27 Ocak 2008 -
|

|
Yeni Şafak yazarı sosyolog-yazar Fatma Barbarosoğlu, önceki gün Yeni Şafak'taki köşesinde önemli bir yazı yazdı.
Başörtüsü konusunda benim düşündüklerimi düşünen, benim yazmış olduklarımı başka bir cepheden aynı şekilde yazan bir başörtülü kadın yazarı okumak güzeldi. Barbarosoğlu, "Türbanistleri deşifre ediyorum" başlıklı yazısında şöyle diyordu:
"Türbanistler başörtülü kadınları/gençkızları özne olarak görmez. (...) Her olayda 'başörtüsü birincil, o başörtüsünü taşıyan kişi ise ikincil durumdadır. (...) (Türbanistler) Kamuoyuna artistik poz verirken arka tarafta birkaç başörtülünün, konumlarını ve söylemlerini pekiştirici bir unsur olması onları ziyadesiyle mutlu eder.
Başörtüsü tartışmalarının en mutlu grubudur türbanistler. Ne antitürbanistlerin 'gerginliği' vardır onlarda, ne de başörtüsü yasaklarına uğrayanlar ile yekdil olmuş kalbin acıları."
"Yekdil" için girişim
Kalbin acılarıyla yekdil olmak... Nasıl siyasetten, ekseriyetle "poz vermek" üzerine kurulu olan siyasetten samimiyet beklememek gerekirse kalbin acılarına aşina olmasını da pek beklememek lazım. Eminim Barbarosoğlu da biliyordur bunu... Ama eminim ki şunu da biliyordur, hâlâ bu "yekdilin" tesis edileceği bir alan var yeryüzünde, insan ilişkilerinde. Hiç değilse orayı korumak gerektiğini düşünüyorum.
O yüzden de başörtüsü üzerine yazdığım zaman "başı açık" fotoğrafımla "başörtüsü" kelimesinin geçtiği yazıyı yan yana görünce, çoğunluğu erkeklerden gelen (!) küfür mesajlarını okumak istemiyorum. Öncelikle bunu söyleyeyim.
Kadının örtüleri
Başından beri bu başörtüsü konusunda aynı şeyi söylüyorum. Cumhuriyet nasıl kadını "aseksüalite" ile örttüyse din de başka bir örtüyle örtüyor. Ben kadınların üzerinde, onları, kim olduklarını gizleyen, onları gizleyerek "işaret eden" bütün örtülerin kalkması taraftarıyım. Bu mesele, politik hayhuy içinde konuşulacak bir şey değil. Belki gazetelerde bile konuşulmamalı. Bu fazlasıyla zarafet ve özen gerektiren bir konu.
Kelle hesabıyla türban
Ama şimdi, gündemdeki anayasa değişikliğiyle ilgili olarak birkaç cümle söylemek gerekiyor.
Ey başörtülü kadınlar!
İçinize siniyor mu?
MHP'li erkeklerle AKP'li erkeklerin tıpkı Barbarosoğlu'nun söylediği gibi, başörtülü kadınları siyasi nesneler haline getirmeleri, sizin çok daha derin olan meselenizi siyasetin kelle hesabı içinde "halletmeye" çalışmaları içinize siniyor mu?
İçtenliğime inanmanızı dilerim:
Kadın kız kardeşlerimin bu duruma düşürülmesi benim içime sinmiyor.
İçine siniyor mu?
Ey başörtülü kız kardeşlerim!
Türkiye AKP tarafından çok ciddi biçimde yapısal olarak dönüştürülmüşken, devletin AKP'lileştirilmesi bile başarılmışken bir tek sizin başörtünüzün bütün memleketi "tökezleten" bir takoz durumuna getirilmesi içinize siniyor mu?
İktidarı bu kadar ferah feza kullanan bir hükümetin sıra size gelince "zavallılık söylemini" her nasılsa her seferinde kullanabilmesi size kendinizi kullanılmış hissettirmiyor mu?
Ey başörtülü kız kardeşim söyle!
Sen de tıpkı benim gibi değil misin? Ben nasıl "eli yüzü düzgün genç kadın yazar" fotoğrafının içine sıkıştırılmaya çalışılıyorsam sen de "başörtülü mağdur kadın" fotoğrafı içine sıkıştırılmıyor musun?
Kız kardeşim söyle. Sen bunu hak ediyor musun?
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol
|