ÇAGDAS HEMŞİRELER DERNEGİ SITESİNE HOŞGELDİNİZ |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Dünya Sosyal Forumu'nun Yükselen Gücü-Wallerstein |
|
|
Dünya Sosyal Forumu'nun Yükselen Gücü-Wallerstein
|

|
29 Şubat 2004 - Immanuel Wallerstein
|

|
Dünya Sosyal Forumu'nun (DSF) 16-21 Ocak 2004 tarihleri arasında Mumbai'de (Hindistan) yapılan 4. toplantısı Dünya Sosyal Forumu'nun sürekli olarak yükselen gücü açısından büyük bir ileri adım oldu. Beş yıl içinde, dünya sahnesinde büyük bir aktör haline geldi. Bu öykünün üçlü bir kökeni mevcuttur. Birincisi 1999 Kasım ayında yapılan son derece başarılı Dünya Ticaret Örgütü kitle protestolarıdır. Çoğunluğunu ABD'li protestocuların oluşturduğu; AFL-CIO sendikacılarının, çevre aktivistlerinin ve anarşistlerin beklenmedik ittifakı, toplantıyı engellemeyi başardı. İki ay sonra, 2000 Haziran'ında, Davos'ta, dünyanın çeşitli yerlerinden gelen yaklaşık 50 kişilik bir aydınlar grubu, yeni liberalizm karşıtı argümanları dünya basınına sokmayı hedefleyerek değişik bir taktik, "Davos'ta Davos karşıtı bir toplantı" örgütlemeyi denediler. Ve 2000 Şubat ayında, Brezilya popüler hareketlerinin iki önderi, Chico Whitaker ve Oded Grajew, Le Monde Diplomatique'in yönetmeni ve Attac-Fransa'nın başkanı Bernard Cassen'le görüşmek üzere Paris'e gittiler. İki Brezilyalı Cassen'e güçlerini birleştirmeyi ve kitlesel protesto ile entellektüel analizi birleştirecek dünya çapında bir toplantı başlatmayı önerdiler. Bunun da, Brezilya'da, Porto Alegre'de, 2001 yılında Davos'ta yapılacak olan Dünya Ekonomik Forumu ile aynı zamanda yapılmasını önerdiler. Bu toplantıyı Dünya Sosyal Forumu olarak adlandırdılar ve Cassen de hedefin "Davos'u bastırmak" olduğunu söyledi.
2001'de Porto Alegre'de 1500 katılımcı bekleniyordu. 10,000 civarında insan geldi. 2001'deki katılımcıların ana gövdesi Latin Amerika, Fransa ve İtalya'dandı. DSF'nin temel ilkeleri "yeni liberalizme ve dünyanın sermaye tarafından egemenlik altına alınmasına ve tüm emperyalizm biçimlerine karşı olan sivil toplum grup ve hareketleri" için "açık bir toplantı yeri" olmaktı. Teması "bir başka dünya mümkündür" biçimindeydi. Bu bir organisazyon değil, bir "süreçti". Kendi başına konum almayacak ya da eylem önerilerinde bulunmayacak, ama DSF'de yer alanların bazıları ya da hepsinden gelecek olan konum ve öneriler ortaya çıkartacaktı. "Çoğul, çeşitli, yaptırımcı olmayan, hükümet-dışı ve partili-olmayan" bir yapıdaydı ve "ademi merkezi bir tarzda" çalışacaktı. Kısaca, hiçbir hiyerarşisi ya da örgütsel disiplini olmayacaktı. Formül orijinaldi ve Komünist ya da diğer Enternasyonaller de dahil olmak üzere, tarihsel sistem karşıtı hareketlerden oldukça farklıydı. Ve çalıştı da. Porto Alegre'deki ikinci toplantı, artık Kuzey Amerikalı geniş bir grup da dahil olmak üzere, 40,000 katılımcı topladı. 2003'deki üçüncüsü, 70-80,000 katılımcıyla yapıldı. Konuyla ilgili, reformist ya da devrimci her türden hareket, ezilen ya da marjinalize edilmiş kimselerin her türlüsü, Eski ve Yeni Sol, toplumsal hareketler ve STK'lar geldiler. Artan miktarda politik şahsiyet de öyle. Dünya basını artan bir ilgi göstermeye başladı.
Ama sorunlar vardı. En büyük üçü: (1) açık bir forum formülünün korunmasında ısrarcı olanlarla DSF'nin bir "hareketlerin hareketi", ya da belki sonuç olarak bir başka "Enternasyonal" haline geldiğini görmek isteyenler arasındaki gerilim; (2) Asya, Afrika ve doğu-orta Avrupa'dan gelen katılımcıların yetersiz düzeyi; (3) DSF'nin iç yapısı ve fonları ile ilgili tartışmalar; yapısı ne denli demokratik ve bağımsızdı? Her üç sorun da, ilk kez Porto Alegre dışında yapılmış olan Mumbai toplantısında test edildi.
Açık forum kavramı ilk kurucular tarafından DSF'nin gücünü sağlayan anahtar öğe olarak görülüyor. Bu formülden her türlü sapmanın dışlamalara yol açacağını ve DSF'yi sekter hareketlerden bir tanesi haline dönüştüreceğini ileri sürüyorlar. Forumun açıklığını güvence altına almak üzere, ilkeler bildirgesi "parti temsillerini" ve "askeri örgütlenmeleri" engelledi. Ancak hem partiler hem de gerilla hareketleri, cephe örgütlenmeleri aracılığıyla bir biçimde geldikleri için bunu zorlamak güçtü. Ve birçok katılımcı da (denetleyici bir konumda olmadıkları sürece) parti yapılarının engellenmesi için bir gerekçe görmediklerinden, tartışmalıydı da. Ve gerilla örgütleri, askeri eylemi gerçekte uykuda olmasına karşın, askeri örgüt olma iddiasında olan ve elbette katılımcıların çoğunun da son derece büyük bir sempati duydukları ve hatta bir model hareket olarak gördükleri Zapatistaları da kapsıyordu.
Forum, hareketlerin çoğunun az ya da çok Partido dos Trabalhadores'i (İşçi Partisi) destekledikleri ve elbette PT'nin de gerçek resmi katılıma ihtiyaç duymadığı bir ülke olan Brezilya'dan, hareketlerin birçok parti arasında bölünmüş olduğu ve partilerin kilit kitle örgütleri olduğu Hindistan'a taşındığı zaman, Hindistan örgütlenme komitesi partilerle ilgili sınırlandırmaları kaldırdı. Yine de, şiddetle ilgili sınırlandırmalar Hindistanlılar arasında bölünme yarattı. Küçük bir Maocu hareket, DSF'ye karşı bir temelde, Mumbai Direniş-2004 adındaki bir karşı-Forum örgütledi. DSF'yi Troçkistlerin, Sosyal-Demokratların, reformist kitle örgütlerinin, ulusaşırılar tarafından finanse edilen STK'ların bir bileşkesi; kısacası uysallık ve karşı-devrimin bir truva atı olarak kınadılar. Özellikle açık forum kavramına (basit bir talk-show dediler), slogana (hedef, "bir başka dünya" değil, sosyalizm olmalıdır dediler) ve DSF'nin finanse edilme biçimine (geçmişte paranın bir kısmının Ford Vakfından gelmiş olmasına) saldırdılar.
Ama Mumbai Direniş, DSF'de bazı iyi tartışmalara neden olan ancak DSF'ye katılanların belki de yüzde 2'si kadarını kendisine çeken küçük bir yan gösteri olarak kaldı. DSF'nin eylemlerine gelince, birçokları Irak savaşına karşı 15 Şubat 2003'de gerçekleştirilen dünya çapındaki gösterilerin DSF katılımcıları tarafından esinlendiğine ve örgütlendiğine işaret ettiler. Böylece, sonunda, herkes DSF'nin açık forum kavramını koruması ama belki de ortak eylem isteğinde olan grupları kabul etme ve bunları kurumsallaştırmanın yolları bulması gerektiği konusunda anlaşmış görünüyor. DSF dönemlerinde biraraya gelen bir hareketler meclisi zaten var ve bunlar somut eylemlerle ilgili kararlar ve öneriler çıkartıyorlar. 20 Mart 2004'de, ABD'nin Irak işgalinin yıldönümünde dünya çapında bir gösteri yapmayı planlıyorlar.
Mumbai'ye taşınılmasının ardında DSF'nin coğrafi kapsamını genişletme isteği vardı ve bu da önemli bir başarı oldu. 2002'de, baş Hindistanlı örgütçüye göre, Hindistan'da 200 kişi bile DSF'yi duymuş değildi. 2004'de, yüzlerce örgüt ve ilgili tüm sosyal gruplardan gelen 100,000'den fazla Hindistanlı; en azından 30,000 dalit (dokunulmazlar), adivasi (göçebeler) ve heryerden kadınlar gelmişti. Üstelik, tüm eski Hindistan politik kültürüne karşın, birlikte çalışarak, geniş bir politik görüşler yelpazesi oluşturdular. DSF 2005'de Porto Alegre'ye dönecek ve 2006'da Afrika'ya gitmeyi planlıyor.
Son olarak, DSF'nin iç yapısı da açıkça tartışılan konulardan birisiydi. 2001'de, hepsi de çalışmaya dahil edilen 150 kadar üye ile birlikte, bir uluslararası konsey oluşturulmuştu. Bunlar seçilecek olsalardı, DSF hiyerarşik bir yapı haline dönüşecekti. Ama bu "demokratik" miydi? Uluslararası konsey gerçek kararlar alıyor; toplantıların nerede yapılacağı, tartışma toplantılarında kimlerin konuşacağı ("starlar") ve kimin katılıp kimin katılamayacağı gibi. Elbette, toplantıların çoğu aşağıdan yukarıya doğru örgütleniyor. Mumbai'de, tüm toplantı zamanlarında, hepsi de sahiden özerk olan 50 civarında kendiliğinden "seminer" vardı. DSF'nin yapısını analiz eden seminerlerde, itki karar almada daha fazla açıklık, katılımcıların kararlara daha fazla veri katabilmesiydi. Ve bu da, DSF'yi hiyerarşik bir yapıya dönüştürmeden olmalıydı. Kolay değildi, ama en azından herkesçe tartışıldı.
Tematik vurguların evrimi de gözden kaçırılmamalı. Seattle'da, itki DTÖ'yü durdurmaktı. 2003'de Cancun'dan sonra, DTÖ temel bir tehdit olarak geri çekildi. Aslında, DSF hala yeni liberalizme karşı dövüşürken, Brezilya ve Hindistan'ın şimdi farklı bir yol izliyor olmalarıyla birlikte, bunun esas olarak DSF sayesinde olduğu ve DSF'nin gerçek bir fark yarattığı düşünülüyor. Davos buluşmasından bu sene fazla bahsedilmedi, ama Mumbai'de tüm yürüyüşçüler açısından, bu yıl afişlerde boygösteren şeytani birisi varsa, o da George W. Bush'tu. Pakistanlı bir kadın örgütünün afişi bu duyarlılığı yakalamıştı: "Bush geldiğinde, diren".
DSF'nin önde gelen katılımcıları DSF'yi sürmenin tıpkı bisiklet sürmeye benzediğinin farkındalar; ya hep ileri süreceksin ya da düşeceksin. Şimdilik, DSF iyi sürüyor.
|
Wallerstein’dan konferans: Jeopolitika, ekonomik kriz ve kapitalizm çökerken özne olmak –Sendika.Org
|

|
13 Mart 2009 - Immanuel Wallerstein
|

|
Geçen yıl yaşamını yitiren tarihçi Faruk Tabak anısına 6-8 Mart tarihlerinde Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenen Küresel Perspektifle Tarih sempozyumunun ilk günü Immanuel Wallerstein’ın ‘Jeopolitika ve Dünya Ekonomisi – Bir Dönüşümün Krizi’ başlıklı konferansına ayrılmıştı. Wallerstein, iki salon dolusu dinleyiciyle ABD’nin gerileyişi ve ekonomik krizin açığa çıkardığı tablo üzerinden analiz ve öngörülerini paylaştı. Wallerstein’ın konferansını Sendika.Org okurları için izledik.
Sistem yapısal bir kriz içinde
Wallerstein, iki yıl önce medyada uzmanların her şeyin iyiye gittiğinden bahsettiğine ancak şimdi ise “her şey felaket” dediklerine dikkat çekerek, bugün yaşanmakta olan krizin sistem açısından yapısal bir kriz olduğunu ifade etti.
“ABD hegemonyasının ertesindeyiz. ABD geriliyor. Kondratief 1 evresinin sonundayız. Bu çok görüldü. Şimdi sistemin yapısal krizi yaşanıyor” diyen Wallerstein, ABD’nin gerilemesinin 40 yıllık bir geçmişi olduğunu, yavaş bir şekilde açığa çıkan bu gerileyişin şimdi hızlandığını belirtti.
“ABD, 50’ler-60’larda gücünün doruğundaydı ve istediğinin %95’ini yapabiliyordu” diyen Wallerstein, ABD hegemonyasının ekonomik güç, askeri güç ve doların rezerv para olmasına dayandığını şimdi ise bu dayanakların büyük ölçüde zayıfladığına dikkat çekti.
ABD’nin ekonomik gücünün dünyanın geri kalanına göre daha çok ve daha ucuza üretim yapabilmesi olduğunu belirten Wallerstein, bu avantajın temel olarak 1940’lar ile 1960’lar arası dönem için geçerli olduğuna dikkat çekti. Daha sonra da Avrupa ve Japonya’nın öne geçtiğine işaret ederek, “60’ların sonundan itibaren bu dayanak ortadan kalktı” dedi.
Wallerstein, ABD hegemonyasının ikinci temel dayanağı olarak tanımladığı askeri güç konusunda ise şunları söyledi: “ABD’nin kendisinden sonra gelen 10-15 gücün toplamını aşan bir askeri gücü var. Ama bir sorun var. 1990’lı yıllarda Clinton döneminde Beyaz Saray’da bir konferans yapılıyor. Madeleine Albright Balkanlar’da bir şeyler peşinde. Colin Powel buna direniyor. Albright ‘kullanmayacaksak o kadar övündüğümüz bu askeri gücümüz neye yarar’ dedi. Powel, kullanırsanız kazanamayacağınızı biliyordu. Albright bilmiyordu.” Wallerstein, ABD hava gücünün askeri operasyonlarda yetersiz kaldığı ve yeni operasyonların kara harekatlarını gerektirdiğine dikkat çekerek, ABD askeri gücünün eski önemini yitirdiğini belirtti.
Wallerstein daha sonra ABD gücü gerilerken iktidara gelen George W. Bush yönetiminin, ABD hegemonyasının gerileyişini durdurma çabasının ters teptiğini söyledi. “George W. Bush iktidara gelince bir teori vardı. ABD hegemonyası geriliyordu. ‘Bunun nedeni liderlik’ diyorlardı. Ben buna ‘tek taraflı maço militarizm’ diyorum. ABD hegemonyasını yeniden kurmak yerine gerilemeyi hızlandırdı. Avrupa, Rusya, Çin ABD’den uzaklaştı. Nükleer programlar hızlandı. Irak’ın işgal edilmesinin nedeni nükleer silahlarının olmamasıydı. Kuzey Kore ve İran bundan gerekli dersi çıkardılar.”
“Son dönemde bir istihbarat raporu var. 20 yıl sonra ABD eskisi gibi olmayacak. Peki ne olacak?” diyen Wallerstein, çok taraflılık ve bölgeselleşme eğilimlerine dikkat çekti. “Şimdi çok taraflı bir duruma giriyoruz. Batı Avrupa, Rusya, Çin, Hindistan, Japonya, Brezilya, G. Afrika, İran… Bunlar özerk güç merkezleri…”
Türkiye’nin durumuna ise ayrıca değinen Wallerstein, Türkiye dış politikasının da 20 yıl öncesine göre oldukça farklılaştığını belirtti. “Türkiye dış politikası 20 yıl öncesinden çok farklı. Kollarını çok çeşitli yönlere uzatıyor… Jeopolitik gücünü artırmak istiyor. ABD’ye kafa tutuyor. Irak’a Türkiye üzerinden asker göndermesine direndi. 10-20 yıl önce böyle olmazdı. ABD’ye karşı çıkamaz ama engel çıkarabilir.”
Wallerstein ayrıca bundan sonraki sürecin de dengeleri sarsılmış ve bu nedenle de öngörüde bulunmayı zorlaştıran bir süreç olduğuna dikkat çekti. “Ortada kaotik bir gerçek var. Afganistan ve Pakistan’da neler yapılabileceğini bilemiyorum. Çöküntüleri öngörmek zor…”
“Obama’nın politik gücü ABD’nin gücünün bir türevidir”
Obama’nın karizmatik ve zeki bir lider olarak iktidara geldiğini ifade eden Wallerstein, yeni başkanın ABD’nin gerileyişini durdurabileceğini düşünmediğini söyledi. Wallerstein, artık ABD’nin uluslararası alanda tüm dünyanın uyacağı kurallar belirleme gibi bir pozisyonu olmadığını belirterek, Obama’nın politik gücünün de ABD’nin politik gücünün bir türevi olduğunun altını çizdi.
“10-15 yıl sonrası için çok şey söylenebilir ama çok ihtimal var” diyen Wallerstein, Obama döneminde de gerilemenin sürmesini beklediğini ifade etti.
Dünya ekonomisi
Dünya ekonomisinin 400-500 yıldır döngüsel bir harekete sahne olduğunu belirten Wallerstein, bu döngüyü şu şekilde tarif etti: “Önce genişliyor, büyüyor. Belli ürünler bir süre gelişiyor, geliştiriyor, bir süre sonra tıkanıyor. Bir üründen birileri kar ediyor, sonra diğerleri dahil olup tekeli kırıyor, paylaşıyor. Kar göz kamaştırıcılığını yitiriyor. Artık burada evre B Kontradief’tir. B evresinde üretim yer değiştiriyor. Fabrikalar düşük maliyete gidiyor. 1945 sonrasında fabrikalar ABD, Avrupa ve Japonya’dan diğer ülkelere akıyor. Ama gerçekte olan, düşük gelirli üretimin bu ülkelere gitmesidir. Bu ülkeler kalkınıyor ama bu sorunlu bir kalkınma. (…) Fabrikalar yer değiştirince işsizlik oluyor. Bunun üzerine işsizlik ihraç edilmeye çalışılıyor. ABD, Avrupa, Japonya birbiri arasında bunu yapıyor. Üretim zayıfladıkça para sahibi parasını üretimden çekip, spekülasyona yatırıyor. Bu sürece finansallaşma deniyor. Bu yeni değil, daha önce de çok kez yaşandı. Kontradief B’nin karakteri bu.”
Wallerstein bu süreçte, üretimin 3. Dünya Ülkelerine kaydığını, gelişmiş kapitalist ülkelerin 3. Dünya’ya borç verdiklerini, ardından 1980’lerin borç krizinin yaşandığını ve sonra da çöp tahviller döneminin geldiğini, sonunda onun da çöktüğünü belirtti. Bu sürecin sonunda ABD’nin en büyük borçlu haline geldiğini, aynı şekilde ABD’li tüketicilerin de borçlandığını belirten Wallerstein, bunun da bu borç balonunun patlamasıyla sonuçlandığını belirtti. “Bu inanılmaz borç, Kondradief B evresinde patlıyor. Çöküş yaşanıyor. Bu, eskilerden daha büyük. Burada bir fasit daire çıkıyor. Bankalar kredi vermiyor, hükümetler istiyor ama bankalar doğal olarak vermiyor. Fabrikalar kapanıyor, işsizlik oluşuyor, işler daha da kötüleşiyor.”
“En az birkaç yıl daha buradan çıkmayacağız” diyen Wallerstein, yönetime geldikten birkaç hafta sonra “Durum sandığımızdan da kötü” diyen Joe Biden’ın da, Wall Street’in de bunun farkında olduğunu ifade etti.
“Obama ne yapabilir?”
Wallerstein, Obama’nın ne yapabileceği konusunda ise şunları söyledi: “Fazla bir şey yapamaz. Bu aşağı gidişi durdurabileceğini sanmıyorum. Hasar denetimi yapabilir. Nasıl? Pek çok ülke başkanı ayaklanmadan korkuyor. Sarkozy de neoliberal bir liderdi ama geri adım atıyor. Fransa sömürgelerinde halk sokaklara dökülüyor. Guadulop’ta halkın %10’u sokaklara döküldü ve kazandı. Bu dalga Martinik’e de sıçradı, Reunion’a da gidebilir. Fransa tarihinde 68 dahil böyle bir isyan yaşanmadı. Rusya da aynı durumla karşı karşıya, Çin de, ABD de aynı…”
“Leap Europe adlı Avrupalı bir think-tank kuruluşunun 2-3 ay önce yayınlanan raporuna göre bu gelişmiş ülkelerde iç savaşa kadar gidebilir. Halkın silaha erişimi ne kadar kuvvetli ise o kadar tehlikeli. ABD’de iç sorun çok büyük.”
“ (…) Obama yoksullara yardım etmeye çalışacak. ben de bundan yanayım. Bunu yapmayan hükümetler ayakta kalamayacak. Ama bu da çözüm değil. Ekonomi düzelmeyecek. Sadece yoksulların yaşamı biraz daha çekilir hale gelecek.”
Kapitalist dünya sona yaklaşırken…
Jeopolitika ve ekonominin çok kötü olduğuna değinen Wallerstein, geçmişte de böylesi durumlarla karşılaşıldığını ve krizdeki hegemonyacı gücün yerinin yeni bir hegemonyacı güçle doldurulduğunu ancak henüz böylesi bir yeni hegemonyacı gücün kendini ortaya koyamadığını belirtti.
Bugün dünya ekonomisinin girdiği krizin kapitalist ekonomik sistemin yapısal krizi olduğunu belirten Wallerstein, “bir sistemin tarihinde tek bir kriz vardır. O da bu evre” diyerek tartışmanın odağında kapitalizmin yerine neyin geçeceği sorusu olduğunu vurguladı.
Mevcut krizi anlayabilmek için 400-500 yıllık geçmişe bakmak gerektiğini söyleyen Wallerstein, 1945 sonrası alım gücünün artırıldığı 20-25 yıllık verimli bir döngü ve emeğe saldırıyla geçen 1980-2000 arasındaki neoliberal dönemin ardından kapitalist sistemin bir sınıra geldiğini ifade etti. Kapitalist açısından üç temel maliyet kaleminin, yani işçi ücreti, girdi maliyeti ve vergilerin 1980’e kıyasla düşük olsa bile 1945’le kıyaslandığında arttığını, döngüsel olarak yükselen bir eğriye işaret ettiğini belirten Wallerstein, bu süreci 500 yıl öncesine uzattığınızda da aynı döngüsel yükselişin adım adım gerçekleşmesinin görüleceğini ve nihayetinde de bu döngünün sınıra dayandığını söyledi.
Sistem çökerken özne olmak
Wallerstein krizden nasıl çıkılabileceği konusunda ise şunları söyledi: “Teknik olarak iki farklı çözüm olabiliyor. Biz yeni bir sistemi oluşturmaya ilerliyoruz. İki ihtimal var. Sistem gereği gibi işleyemiyor. Kapitalizm yerine geçecek olan nedir? Ya daha iyi, ya da daha kötü bir sistem. Bilemeyeceğimiz bir şeyden söz ediyorum. 30 yıl sonrası belirsiz. Bu bir aşamada tek bir kanala gelip oturacak. Bunu biliyorum.”
Bu iki olasılık arasındaki farkı “Davos ruhu ile Porto Alegre arasındaki fark” şeklinde tarif eden Wallerstein, “Davos hiyerarşik, sömürgeci bir sistem. Porto Alegre demokratik, insancıl. Gerçekleşecek olan nasıl bir şey bilmiyorum, kimse bilemez” dedi.
Feodalizmin çözüldüğü “1450 yıllarında da yeni sistem neye benzeyecek diye bir tartışma vardı, kimse bilmiyordu” diyen Wallerstein, ancak bu durumun bizi çaresiz duruma düşürmeyeceğini ifade etti.
Bugünkü esas meselenin “özne olmak” olduğunu belirten Wallerstein, tartışmanın determinizm ile özgür irade arasındaki, ‘kader mi irade mi’ tartışması olduğunun altını çizdi. “Bir sistem normal bir evresinde iken deterministtir. Siz ne yaparsanız yapın, denge noktasına çekilir. Rus ve Fransız devrimlerinde insanlar dünyayı değiştirmek için çok çalıştı ama sistem denge noktasına çekildi” diyen Wallerstein bugüne ilişkin ise daha umutlu bir tespitte bulundu. “Ama kriz ortamında birdenbire bir özgürlük anı yaşanıyor. Bugün ne yaptığımız çok önem taşıyor. Berbat bir keşmekeş içindeyiz. Alışıldığın dışında…” diyerek bugün yürütülecek öznel/iradi çabaların geçmişe nazaran çok daha etkili sonuçlar doğurabileceğini ifade etti.
***
Ek:
Sunumunun ardından dinleyicilerin sorularını yanıtlayan Wallerstein, Karl Marx’ın bugünkü okuma listesinin üst sıralarında bulunduğunu ama Marx’ın başkalarının alıntıları ve yorumları üzerinden değil, doğrudan kendi eserlerinden okunmasını tavsiye ettiğini söyledi.
ABD’nin yerine ortaya çıkacak yeni hegemon gücün hangi devlet olabileceği sorusuna ise, gerilemesi 1870’lerde başlayan İngiltere’nin yerine ABD’nin geçmesinin 75 yıl sonra, 1945’te gerçekleştiğine dikkat çekerek, ABD gücündeki gerilemenin hemen bugün yeni bir hegemon gücün ortaya çıkacağı anlamına gelmeyeceğini belirtti. Bugünkü muhtemel adayların gelecekte varlıklarını sürdürüp sürdürmeyeceklerinin bile tartışmalı olduğunu belirten Wallerstein, en olası yeni hegemon gücün 2075’te ya da 2100’de Doğu Asya’dan çıkabileceğini, bunun da Çin ya da Japonya değil, Çin, Japonya ve Kore dahil bütün bir Doğu Asya’yı kapsayan bir yapı olabileceğini söyledi.
|
Amerika’yı yeniden kurmak: Obama’nın belirsizlikleri –Immanuel Wallerstein
|

|
20 Şubat 2009 - Immanuel Wallerstein
|

|
Barack Obama, 20 Ocak itibariyle Amerika’daki ve dünyanın diğer yerlerindeki insanların büyük çoğunluğunun alkışları eşliğinde Birleşik Devletler başkanı olarak resmen göreve başladı. Yaptığı konuşmada, “Amerika’yı yeniden kurma işine başlayacağına” söz verdi.
Dünya basınının başlıklarda ve analizlerde çekip aldığı bu kısa cümle, başkanlık vaatlerinin tüm belirsizliğini barındırıyordu. “Yeniden kurmak” çok değişik anlamlara gelebilir. Daha iyi olan önceki bir duruma geri dönmek anlamına gelebilir. Obama, Amerikan vatandaşlarına “daha iyi olan geçmişi seçmeleri” çağrısı yaparak bu anlama gönderme yaptı. Ne var ki, “yeniden kurmak” dünyanın şu anda bildiğinden çok farklı bir Amerika yaratmak anlamına gelecek köktenci bir değişim de demek olabilir. Belirsizlik, Obama’nın Birleşik Devletler ve dünya-sistemdeki yapıları ve kurumları sadece elden geçirmeyi mi, kökten değiştirmeyi mi tasarladığı noktasında ortaya çıkıyor.
Her ne kadar Cumhuriyetçi Parti’nin uzlaşmayan sağ kanadında histerik korkular hâkimse de, şu anda herkesin emin olması gereken bir nokta, Birleşik Devletler’in başkan olarak Che Guevara’yı seçmediğidir. Bununla birlikte seçilen, kimi seçmenlerin umutlarına ve uzlaşmaz sol eleştirilere rağmen yeni bir Ronald Reagan da değil. Öyleyse Birleşik Devletler kimi seçti? Bunun cevabı henüz net değil. Bu özellikle de Obama’nın siyasetçi olarak tarzından kaynaklanıyor.
Birbirinden ayrılması gereken iki soru var. İlki Obama’nın başkan olarak neyi başarmak istediği. İkincisiyse, jeopolitiğin hâlihazırdaki gerçekliği ve dünya çapındaki bunalım düşünülürse, neyi başarmasının muhtemel olduğu. Başkan yardımcısı Biden ikincisini 25 Ocak’ta şöyle açıklıyor; “dürüst olmak gerekirse, herkesin tahmin ettiğinden de kötü ve her geçen gün daha kötüye gidiyor”.
Bu noktada, Obama ile ilgili ne biliyoruz? Bir siyasi lider için şaşılacak derecede akıllı ve iyi eğitimli biri. Dengeli, ihtiyatlı ve oldukça başarılı bir siyasetçi. Fakat elden geçirmek ve kökünden değiştirmek arasındaki geniş yelpazenin neresinde duruyor? Muhtemelen bu alanın ortalarında bir yerlerde. Muhtemelen, gerçekten yapacağı ve başaracağı şeyler zekice olabilirse de, kendi seçimlerinden çok dünya-sistemin sınırlarının içinde bir işlevi olacak.
Şimdiye dek beş alana değindiğinin ipuçlarını bize verdi: Kapsayıcı katılım, jeopolitik, çevre, iç toplumsal sorunlar ve ekonomik bunalımla nasıl başa çıkılacağı. İlk kararları oldukça karışık.
Açıkçası, en çok kendini gösterdiği alan kapsayıcı katılım. Kendi seçilmesi de bunun bir ölçütü. Şüphe yok ki, Afrikalı-Amerikan bir başkan seçmek Birleşik Devletler’de 1945’ten beri değişmeyen bir eğilimin zirve noktası oldu. Bu, Truman’ın orduda, Yüksek Mahkeme’nin okullarda ırk ayrımının kaldırılması kararlarından, Thurgood Marshall’ın Yüksek Mahkemeye atanmasına, Colin Powell’ın Genelkurmay Başkanı olarak atanmasına, Powell ve Condoleezza Rice’ın Dışişleri Bakanı olarak ardı ardına atanmalarına dek uzanıyordu. Yine de bu, iki yıl önce pek az kimsenin tahmin edeceği bir kırılma noktasıydı. Bu bakımdan önemli.
Obama, kapsayıcı vatandaşlık konusundaki çabalarını sürdürecek. Ne var ki, göç sorunu büyük bir politik sınav olarak karşısında duruyor. Bu konuyla güçlü bir biçimde nasıl mücadele edeceği konusunda hiçbir gösterge yok. Kendi siyasi tabanının büyük bir kısmı ile mücadele etmek zorunda kalabilir. Birleşik Devletler’deki mevcut ve beklenen işsizlik düzeyi düşünülürse, bu konuda bir şeyler yapmayı erteleyebilir de. Ne var ki konu varlığını sürdürecek ve çözülmesi gittikçe zorlaşacak. Dahası, bu sorunun çözülmemesi dünyanın bunalım ile daha sancısız bir şekilde başa çıkma yetisini azaltıcı etkiler yaratacak.
Obama’nın jeopolitik duruşu ise çok daha az umut vaat ediyor. İsrail/Filistin sorunu muhtemelen şu an çözümsüz durumda. En azından yapılabilecek olan Hamas’ı müzakerelere dahil etmek. Büyük olasılıkla, ABD özel temsilcisi olarak George Mitchell’in atanması bunun habercisi fakat bu geçerli bir politik sonuca varmak için oldukça yetersiz. İsrailliler, sığınaklarına girmiş haldeler ve Filistinli milliyetçilerin kabul edeceği herhangi bir seçeneği düşünmeye bile hazır değiller.
Iraklıların Obama’nın 16 ay içinde Irak’tan çekilme sözüne uymasını sağlayacağına şüphe yok. Obama’nın İranlılar ile itişip kakışmaktan fazlasını yapacağına ise inanmıyorum. Daha ilk haftasında, Pakistan hükümetinin altını oyan bir facia ile göreve başladı. Pakistan hükümeti yakında düşecek kadar zayıf. Eğer bu olursa Obama’nın savunulabilir hiçbir seçeneği kalmayacak.
Temel sorun, Obama’nın eski, hegemonik güç üzerine kurulu, abartılı dilden vazgeçememesi. Konuşmasında dünyaya “Amerika’nın bir kez daha liderlik etmeye hazır olduğunu bilin” dedi. Dünya Birleşik Devletler’in katılımını istiyor. Liderlik etmesini ise kesinlikle istemiyor. Obama’nın bunu henüz gerçekten anlayabildiğini düşünmüyorum. Bu bakımdan, Pakistan kendisi için kötü sonuçlar doğuracak.
Buna ilaveten, Latin Amerika’da işe iyi bir yerden başlayamadı. Chavez konusunda “seyirciye oynadı” ve daha da kötüsü, Brezilya başkanı Lula’nın, “Küba’daki ambargoyu koşulsuz olarak kaldırana dek değişimden yana olduğuna Latin Amerika’yı inandıramayacağı” uyarısını da duymadı.
Çevre konusundaki ilk adımları olumlu. Atamalarında, idarî kararlarında ve bilim adamlarının zorunlu olduğuna işaret ettiği kolektif önlemleri almaya hazır olduğunu diğer devletlere bildirmesinde bunu görebiliriz. Ne var ki, burada da diğer alanlarda olduğu gibi bunları ne kadar cesurca ve hızla yapabileceği sorundur.
İç sosyal sorunlardaki politikası da belirsiz bir karmaşa. Obama, kürtaj ile ilgili olarak, Clinton döneminde belirlenen politikayı yeniden benimsedi ve kendisini Reagan/Bush politikalarından kesin olarak ayırmış oldu. Guantanamo’nun ve gizli CIA hapishanelerinin kapatılmasına karar verirken, buralarda mahpus olanların akıbetine ilişkin kararları bir yıl kadar erteledi. Birleşik Devletler’de özel yaşama hükümetin tecavüzüne mahal veren büyük çaplı şebekeyi ne derece geçersiz hale getirebileceği ise soru işareti. Sendikaların örgütlenme yetilerine bir önceki yönetim tarafından konmuş sınırların geri çekilmesi konusunda verdiği sözleri yerine getirip getirmeyeceği de henüz net değil.
Nihayet, hareket kabiliyetinin en az olduğu alana, dünyadaki bunalıma gelelim. Ekonomiye geniş hükümet müdahalesini artırmaya kesinlikle hazır. Ne var ki bu, dünyadaki herhangi bir siyasi liderin düşünebileceği bir şey. Çalışan sınıfların ekonomik sancısını azaltmak için sosyal demokrat denebilecek önlemleri artırmaya hazır olduğu da açık. Ne var ki bu da dünyadaki herhangi bir siyasi liderin düşünebileceği bir şey.
Sorun, bu önlemlerin ne derece cesurca önlemler olabileceği. Tüm kilit pozisyonlara bir grup ihtiyatlı Keynesyeni atadı. Joseph Stiglitz, Paul Krugman, Alan Blinder, ya da James Galbraith gibi sol Keynesyen denebilecek hiçbir ABD ekonomisti bunların içinde yok. Bunların tümü ihtiyatlı tedbirlerin işe yaramayacağını ve zaten değerli olan zamanın kaybedildiğini söylüyor. Belki bir yıl içinde, Obama takımını daha cesur bir hareketi önerenlerle yeniden kurabilir. Yine belki, bunu yapmak için çok gecikmiş de olabilir.
Obama, Kongre’deki Cumhuriyetçileri ekonomi taslağına çekebileceği konusunda endişeli. Bu kısmen, ilk konuşmasında ifade ettiği “çatışmaya ve anlaşmazlığa karşı amaç birliği” tutkusunu ifade ediyor. Ekonomi daha da kötüye gittikçe desteksiz kalmak istemeyeceği düşünülürse bu kısmen zekice bir politika, fakat Cumhuriyetçi liderler bunu anlayacak kadar açıkgözlüler ve sadece, programının çoğunu bozmasına karşılık ona oy verirler.
Obama’yı oldukça keyifsiz bir başlangıç bekliyor. Amerika’nın kökünden yeniden kurulmasına hazır olduğunun göstergeleri, zekası ve entelektüel açıklığına rağmen güçlü değil. Birleşik Devletler’in dilbilgisi iyi. Ne var ki, cesurca yeniden kurulma pratiğine ihtiyacı var.
1 Şubat 2009
[Binghamton.edu adresindeki İngilizce orijinalinden Açalya Temel tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
|
G-20 toplantısının amacı neydi? –Immanuel Wallerstein
|

|
09 Mayıs 2009 - Immanuel Wallerstein
|

|
2 Nisan’da Londra’da yapılan G-20 toplantısını herkes çok ciddiye aldı. Uzmanlar ve eleştirmenler bunun katılan ülkelerin politikalarında değişikliği hedefleyecek şekilde tasarlandığı biçiminde yorumlar yaptı. Aslında giden herkes toplantının ciddi olarak hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini ve kabul edilen birkaç küçük değişikliğin ise toplanmaya gerek kalmaksızın yapılabileceğini önceden biliyordu.
Bu toplantı ile Birleşik Devletler, Fransa, Almanya ve Çin gibi ülkeler kamuoylarına bu belalı ekonomik durum karşısında “bir şeyler yapıyor olduklarını” göstermek istiyorlardı ki gerçekte batan gemiyi kurtarmak için ciddi bir şey de yaptıkları yoktu.
Bu buluşma belki de en çok Başkan Obama için önemliydi. Üç şeyi göstermek için oradaydı: Dünya çapında popüler olduğunu, diplomatik tarzının George W. Bush’tan tamamen farklı olduğunu, bu ikisinin birlikte bir fark yaratacağını göstermek istedi.
İlk ikisini kesin olarak gösterebildi. Gittiği her yerden; Londra, Paris ve Strasbourg, Almanya, Prag ve Türkiye’den ve Irak’taki ABD askerinden destek topladı. Elbette Michelle Obama da. Belirgin olarak farklı bir diplomatik tarz kullandı. Kendisiyle görüşenlerin tümü, kendilerini ciddiye aldığını, dikkatle dinlediğini, ABD’nin geçmiş hatalarını ve sınırlamalarını kabul ederek diplomatik anlaşmazlıklarda uzlaşmaya açık göründüğünü söylediler (bunlardan hiçbirini George W. Bush için söylemezlerdi).
Fakat bunlar ABD’nin diplomatik hedeflerini gerçekleştirmede bir fark yaratabilecek mi? Nasıl yaratabileceğini kestirmek zor. Bir taraftaki ABD’nin dünya-ekonomiye hükümdarlık etme yaklaşımı (ya da teşvik etme mi demeli) ki, Büyük Britanya, Japonya tarafından da destekleniyor ve diğer taraftaki Franko-Alman yaklaşımı (finansal araçların daha uluslararası bir tarzda düzenlenmesi) arasındaki gerilim çözülmüş değil. İki argümanın da haklılığı ne olursa olsun iki taraf da silahlarına sarılmış durumda ve bildiri de bu farklılıkları yansıtıyor.
G-20 “görülmemiş ölçekte bir ekonomik kurtarma planı”nın parçası olarak 1.1 trilyon dolara karşılık gelecek SDR’ı (özel çekme hakkı)* IMF paketine koymayı kabul etti. Ne var ki, çoğu yorumcunun işaret ettiği gibi bu çabanın ölçeği gösterilenden çok daha kısıtlı. Öncelikle bu miktarın bir bölümü yeni bir para değil. İkinci olarak bu finansman mutlaka harcama anlamına gelmeyecek. Üçüncü olarak SDR miktarının %60’ı Birleşik Devletlere, Avrupa’ya ve Çin’e yani ihtiyacı olmayana gidecek. Son olarak, dünya çapında üretilen 5 trilyonluk vergi teşvik planlarının yanında 1.1 trilyon o kadar da çok bir miktar değil.
Herkes korumacılığın karşısında ve buna karşı bir şeyler yapmayı tasarlıyor fakat ortada zorlayıcı bir tedbir yok. Dahası, korumacılığın birçok çeşidi olabilir. İlki, kendi sanayini korumaktır, ki tüm G-20 ülkeleri fiili olarak bunu yapmaktadırlar ve yapmaya da devam edecekler. İkincisi hedge fonları ve derecelendirme kuruluşlarını düzenlemektir. Birleşik Devletler ve Batı Avrupa bu konuda çekingenken Çin bunu kullanmaktadır. İkincisi vergi cennetlerini düzenlemektir. Avrupalılar bunu zorlarken, Çin bu konuya biraz serinkanlı yaklaşıyor. Birleşik Devletler arada bir yerlerde duruyor. Londra’da ise bir değişiklik yok.
Fransızlar ve Almanlar Londra toplantısını Bush’a karşı vermeyi reddettikleri jeopolitik taahhütleri Obama’ya da vermeyeceklerini göstermek için fırsat olarak gördüler. Alman gazetesi Der Spiegel, bunu sorgularken oldukça sertti. Finansal felaketin nedeninin George W. Bush’un “sahte bir büyüme altında yarattığı spekülatif balonla tüm dünyayı ucuz dolara boğan” bir “afyon çiftçisi” olduğunu yazdı. Daha da kötüsü, “Washington hükümetindeki değişim bir otokontrol ve dayanıklılık haline dönüşmemiş”ti. Tam tersine daha çok teslimiyete neden olmuştu. “Sonuç olarak: Alman Şansolyesi Angela Merkel haklı. Batı kendisini pekâlâ öldürücü bir doz aşımına teslim ediyor olabilir.”
Jeopolitik arenada, Afganistan konusundaki Franko-Alman yaklaşımı değişmedi (Birleşik Devletler’e desteğe evet ancak daha fazla asker göndermeye hayır). Guantanamo’dan serbest bırakılan tutukluları kabul ederler miydi? Almanya kesinlikle etmeyeceğini söylüyor. Fransa ise bir “yüce gönüllülükle” bir kişi –evet yanlış okumadınız- bir kişiyi kabul edeceğini söyledi.
Obama Prag’da önemli bir konuşma yaparak nükleer silahsızlanma çağrısının ipuçlarını verdi. Bush’un tutumundan önemli bir kopuş. Fransa’nın muhafazakâr gazetesi Le Figaro, Sarkozy’nin yakın çevresindeki diplomatik kesimin bu konuşmayı oldukça “rahatsız edici” bulduklarını yazdı. Birleşik Devletler ve Rusya arasında bu konudaki müzakerelerin yerinde sayıyor olmasını halkla ilişkilerle maskelemenin bir yere varmayacağını söylüyorlar. Dahası, Fransa Amerikalılardan ders alma niyetinde değil. Obama’nın diplomatik tarzı Batı Avrupalıları yatıştırmak için yeterli değil.
Başka yerlere gelince, orta-doğu Avrupalılar üzerinde de çok işe yaradığı söylenemez. Çek Cumhuriyeti’nin muhafazakâr başbakanı Mirek Topolanek, Obama’nın teşvik edici önerilerini “cehenneme giden bir yol” olarak nitelendirdi. Obama’nın Türk parlamenterlerle yaptığı konuşma ise Türk sorunlarına somut ve gözden geçirilmiş yaklaşımı ile (proto-faşist sağ haricinde) tüm görüşlerden geniş destek buldu. Fakat gözlemciler Ortadoğu sorunu ile ilgili dilin oldukça geleneksel ve muğlâk olduğuna işaret ettiler.
Çin’in G-20 toplantısından beklediği ise gerçekleşecek gibi görünüyor. Çin dünyada karar vericilerin bir araya geldiği çembere dâhil olmak istiyordu. Katıldığı G–20 toplantısı bu gerçeği gösterdi. G-20 tekrar toplanma kararı aldığında bu, Çin’in yerini sağlamlaştırmış olacak. G-8 tekrar toplanabilecek mi? Bu durum, Çin’in asıl kararlarına ilişkin tasarruflarını gösterdi. Yeni IMF paketine komik bir miktar teklif etti. Ne de olsa, IMF yönetiminin Çin’e uygun bir rol verecek şekilde yeniden düzenlenebileceğinin garantisi bulunmuyor.
Özet olarak dünya sahnesindeki ana aktörlerin rollerini oynadıklarını söyleyebiliriz. Bundan daha fazlasını yapmayı hiç denediler mi? Muhtemelen hayır? Ekonominin tüm dünyada baş aşağı gidişi sanki G-20 zirvesi hiç olmamışçasına devam edecek.
15 Nisan 2009
* (“…Günümüzde SDR temel olarak, başta IMF olmak üzere bası uluslararası kuruluşların hesap birimi olarak işlev görmektedir. SDR, IMF üyesi ülkelerin serbestçe kullanılabilecek kaynaklarına yönelik bir ‘potansiyel talep’ olarak nitelendirilebilir...” bkz. Kudret Emiroğlu, Bülent Danışoğlu, Binnur Berberoğlu, Ekonomi Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yayınları, 2006, Ankara. ç.n.)
[Binghamton.edu adresindeki İngilizce orijinalinden Sendika.Org için Açalya Temel tarafından çevrilmiştir]
|
Seçimlere doğru Venezüella: Bush İmparatorluğuna meydan okuyor -Federico Fuentes
|

|
16 Eylül 2006 -
|

|
Venezüella Başkanlık Seçimleri Kampanyası 12 Ağustos’ta resmen başladıktan sonra, Washington’un sosyalist Başkan Hugo Chavez’in devrimci hükümetini istikrarsızlaştırma planlarında da yeni bir safha açıldı.
Zulia Eyaleti Valisi Manual Rosales şu anda muhalif grupların resmi adayı. Ama asıl çatışma ve çözüm, Chavez liderliğindeki devrimci halk güçleri ile zaten sallantıda olan ABD emperyalizmini ne pahasına olursa olsun daha fazla darbe almaktan korumaya çalışan Bush hükümeti arasında olacak. Kamu yoklamaları oldukça kesin bir biçimde Chavez’in kazanacağını gösteriyorsa da, Chavez destekçilerinin hedefi son seçimde 6 milyon olan Chavez oylarını bu seçimde 10 milyona yükseltmek.
ABD’de egemen olan güçlerin en büyük korkusu Venezüella’nın “Bolivarcı devrimi”nin çifte zafer kazanması. Chavez’in seçimi büyük bir farkla kazanması, ona büyük şirketleri halk yararına yenmesi için güç kazandıracak ve aynı zamanda BM Güvenlik Konsey’inde geçici üye seçilmesini sağlayabilecek.
Dünya ezilenlerinin kalbini ve desteğini kazandıktan ve özellikle İsrail’in Lübnan ve Filistin saldırısına kesinlikle karşı çıkışından sonra Venezüella’nın Güvenlik Konseyi geçici üye adaylığını destekleyen Latin Amerika, Asya, Afrika ve Ortadoğu ülkelerinin sayısı gittikçe artıyor.
Venezüella, Güvenlik Konseyine seçilirse, bu ABD’nin Venezüella’yı dünyada tecrit etme çabalarını zayıflatacak ve Bolivarcı Devrime Washington’un zalim politikasını açıkça eleştirebileceği bir kürsü sağlayabilecek ve dünyanın haydut süpergücüne karşı çıkacak bir Üçüncü Dünya Bloku yapılandırmasına olanak tanıyacak.
Washington ve Caracas’ın karşı karşıya gelmesi yeni bir olay değil: ABD Nisan 2002’de Chavez’e karşı yapılan askeri darbeye ve aynı yılın Aralık ayında Chavez’i devirme ve ekonomiyi darboğaza sokma amacıyla örgütlenen “patronlar grevi”ne arka çıktı. Üstelik ABD Chavez’i düşürecek ve başkanlık seçimini zorlayacak referandumu destekledi ve seçim hilesi suçlamalarına arka çıktı.
Bush hükümeti ile doğrudan bağlantılı olan ve üyeleri arasında önemli eski CIA ve hükümet görevlileri yer alan Güvenlik Politikası Merkezi’nden (Center for Security Policy) J. Michael Waller’in daha Mayıs 2005’te dediği gibi, ABD egemenleri Chavez’in yeniden seçilmesini önlemeli.
Waller, “2006 yılı Venezüella başkanlık seçiminin ortaya çıkardığı tehlikenin yegane barışçı çözümü… Zaman gittikçe kısalıyor… Caracas’taki Bolivar rejimi yarıkürede barış ve demokrasi için kesin ve güncel tehlike yaratıyor. Bu durum değişmeli. Kendiliğinden değişebilir, yahut desteklenen demokratik muhalefetinin yardımıyla yarıküre güçlerini değişiklikleri uygulatmaya davet edebilir. Her durumda, ABD stratejisi Venezüella’nın gelecek yıla kadar barışçı değişimi gerçekleştirmesine yardım etmek olmalı" diyor
ABD stratejisi
Venezüella muhalefetinin çoğunluğu, Chavez’e karşı en uygun adayı seçebilmek üzere ön seçim takvimini her tarafta açıkladığı halde, aniden Rosales’in adaylığını desteklemeye başladı. O zamana kadar yarışa katılması beklenen en kuvvetli iki aday seçimden çekildi.
ABD tarafından finanse edilen ve Chavez’i düşürmek üzere geçen Aralık'ta referandum ve parlamento seçiminin yapılmasında, önceki seçimde hile olduğu iddiaları ile başrolü oynayan sözüm ona sivil örgüt Sumate aniden ön seçim müzakerelerini durdurdu ve Rosales’in adaylığını desteklemeğe başladı.
Rosales seçime girerse valilikten istifa etmesi gerekeceği için (muhalefetin elinde olan sadece iki valilikten biri) isteksizdi çünkü o bile Chavez’in karşısında hiçbir şansı olmadığını biliyordu.
Rosales’in adaylığı ABD’nin ne planladığını açıklayabilir. Rosales Zulia eyaleti için “özerklik” savunuyor ve zengin petrol yatakları olan eyaletin Venezüella’dan ayrılmasının öncülüğünü yapıyor. Kolombiya’ya sınır komşusu olan Zulia’da tarihsel olarak güçlü bir bölgesel kimlik duygusu var. Petrol seçkinlerinin Zulia’nın bağımsızlığını kazanıp, Venezüella petrolünün %40’ın kontrolünü ele geçirme uğraşları 1820’li yıllardan beri devam ediyor.
Rosales etnik duyguları körükleyerek ve ulusal hükümetin sosyal yardım programlarını taklit ederek Zulia’da büyük destek kazandı.
Rosales seçim kampanyasında hep bu konu üzerinde durdu ve referandum yapılmasını istedi. Venezüella’da saygıdeğer bir tarihçi ve gazeteci olan Luis Britto Garcia’nın bir makalesinde yazdığı gibi Zulia’da “Zulia’yı bağımsız bir devlet olarak gösteren harita resimli tişörtler satılıyor, basın web sayıfaları devamlı 'özerklik', 'özgürlük' ve 'egemenlik' isteyen makaleler yayınlıyor. Manuel Rosales bunları, 28 Ocak kutlamalarını bile 'Zulialık Günü' diye adlandırarak, saçmalamak derecesinde sık sık tekrarlıyor."
Gracia bu yılın Mayıs ayında ABD’nin Venezüella elçisi William Brownfield’in Zulia’nın başkentı Maracaibo’da, “25 yıl önce iki yıl Bağımsız Doğu Zulia Cumhuriyeti’nde yaşadım” dediğini yazdı. Elçi sık sık Zulia’yı ziyaret ediyor.
Washington’un adayı
ABD’den bağımsız olduğunu iddia etse de, Rosales’ün geçmişi tam tersini kanıtlıyor. Nisan 2002'de Chavez’e karşı yapılan hükümet darbesinden sonra, o rezil “Carmona Kararnamesi"ni imzalayan tek vali o oldu. Kararname Ulusal Meclisi feshetti, başsavcıyı, soruşturma kurulu başkanını ve Chavez’in başkanlığı sırasında seçilen vali ve belediye başkanlarını görevden uzaklaştırdı. Rosales kararname’yi “eyalet valilerinin temsilcisi” olarak imzaladı.
Rosales’in partisi, Yeni Zaman (A New Time) geçen yılki parlamento seçimlerini boykot eden en son partilerden biriydi. Seçimde Zulia’da sandaye kazanma şansı olduğunu bildiğinden ilk önce çekimser kalmaya karşı çıktı ama daha sonra ABD’nin seçimleri gecersiz kılma planına uyarak seçimlerden çekildi.
ABD tarafından beslenen Sumate grubu ile diğer sağcı siyasi partilerin hepsinin, Washington’un kuklası olduğunu defalarca açığa vuran bir adayı desteklemek için başkanlık yarışından çekilmesi, muhalefetin seçim kampanyasını gerçekte ABD imparatorluğunun yönettiğini gösteriyor.
Zulialı tarihçi Carlos Morales Manssur 26 Şubat’ta Prensa Latina’da yayınlanan makelesinde bağımsız bir Zulia’nın ABD’nin yararına, Venezüella’nın zararına olacağına işaret ediyor: “ABD Maracaibo Gölü petrol yataklarının kontrolünü ele geçirecek ve Kolombiya Plan’ı (Kolombiya’da solcu gerillalara karşı ABD’nin finanse ettiği savaş) için gerekli üssü kurabilecek.”
Venezüellalı eylemci yazar Martin Guedez 10 Ağustos’ta Aporrea.org’da çıkan bir yazısında uygulanan planın 2004 yılında Chavez’e karşı referandum sırasında muhalefet’in hükümette yolsuzluk iddialari ile kargaşa çıkarma çabasına çok benzediğini savundu.
Guedez’e göre planın son noktası “aday Rosales’in aldığı gerçek oy sayısına göre... 4 Aralık sabahı belli olacak”.
Plan bir tek eyalette “kazanan”ın bütün Venezüella’da “hile” yapıldığı iddiası ile seçim sonucunu reddetmesi ve bölgeci hisleri harekete geçirerek kendisini “Otonom Zulia Devleti"nin seçilmiş başkanı ilan etmesi.
Tehlikeli bir durum
Bu olaylar, eğer gerçekleşirse, şiddet yaratmak ve ABD’nin askeri müdahalesini “haklı” göstermek için kullanılabilinir. Zulia halihazırda çok sayıda Kolombiyalı sağcı paramiliter güçlere ev sahipliği yapıyor. Bu paramiliterlerin köylü liderlere yönelik suikastlerle ve bölgede istikrarsızlık yaratma planları ile ilişkileri olduğu ileri sürülüyor.
23 Ağustos’ta ABD Elçiliğine sözüm ona diplomatik ve şahsi eşya taşıyan 20 kamyonluk bir konvoy yolda durduruldu ve yapılan aramada ülkeye kaçak sokulan patlayıcı maddeleri ateşlemede kullanılan kablo ve detonatör yakalandı. Ayrıca, sadece birkaç gün öncesinde, aralarında Kolombiyalı paramiliterlerle ilişkili ve hükümete karşı faaliyetleri de olan birkaç tutuklu hapishaneden kaçtı.
Venezüella dışında da seçim kampanyası başladı. Victor Eco Ducrot, 24 Ağustos tarihli Mercosur Journalist Agency'de yazdığı bir makalesinde CIA’nin basında Chavez’e karşı güçlü bir kampanya başlattığını yazdı.
New York Times gazetesi, Simon Romero’nun Venezüella ve Küba ile İran’ın iddia edilen nükleer silah programı arasında bağlantı kuran makalesini bastıktan sonra, bundan esinlenen birçok önemli muhafazakar Latin Amerika gazetesi aynı makaleyi yayınladı.
Birtakım gazeteciler Ducrot’a ABD’li “diplomat”ların kendilerine, CIA’nin yalan haberlerini yayma kampanyasına katılmaları için rüşvet önerdiğini söyledi. ABD son günlerde Venezüella işleri ile görevlendirilen yeni bir misyon kurdu.
Buna karşılık olarak, Venezüella’da devrimci güçler örgütlenmeye başladı. Chavez, devrimi ve ideallerini savunmak üzere 10 milyon Venezüellalının bilinçli oyunu almak için kendi deyişiyle, “Bolivar kasırgasını salıverdi”.
Bunun için, ülke çapında etkili bir yapılanma olarak “Miranda Command” (Miranda Kuvveti) kuruldu. Kuvvet'in amacı her oy verme hücresi çevresinde görevlendirilen 10 kişiden her birinin 10 kişiyi, sadece Chavez için oy kullanmaya değil, aynı zamanda devrim süreci ile bütünleşerek onu yaymak ve kuvvetlendirmeye politik olarak ikna etmek. Bu yolla 200,000 den fazla kişi örgütlenecek.
Değişik kesimlerde de örgütlenme başladı. İşçiler, compesinos (köylüler), kadınlar, iş sahipleri ve diğer grupların kalıcı meclisleri vasıtasıyla tartışmalar yürütülecek.
Karşılaştıkları en büyük sorun Zulia’da devrime desteğin zayıf olması. Hem Garcia hem de Guedez bunu devrimci güçlerin hatalarına bağlıyor; popüler halk hareketlerinin seçtiği gerçek liderler yerine, bölgesel seçimlerde yukarıdan aşağıya zorlanan (benimsenmeyen) adayların, kişilerin ve klientalizmin neden olduğu bölünmeler gibi.
4 Eylül
[Greenleft.org.au adresinden Latinbilgi.Net için Emine Kunter tarafından çevrilmiştir]
|
Bolivarcı Devrimde Yüksek Eğitim - Chris Gilbert ve Cira Pascual
|

|
06 Aralık 2006 -
|

|
Venezüella'da Bolivariana Üniversite Sistemi'nin rektörü Andres Eloy Ruiz ile bir söyleşi*
Chris Gilbert ve Cira Pascual, 25 Kasım, 2006
Venezüella’nın Bolivariana Üniversitesi,(UBV), bir üniversite olmaktan ötede, ülke çapında bir eğitim sistemi. Andres Eloy Ruiz ise, bu sistemin ve “Mision Sucre” adı altında, Caracas ve Maracaibo'nun derme çatma, gecekondu diyebileceğimiz semtlerinden Amazon bölgesinin uzak köylerine ve Ilanos yöresindeki kasabalara kadar uzanan ve ülkenin tamamını saran eğitim ağının yaratıcısı ve yöneticisi. Bolivariana’nın programı, öğretmen ve öğrencilerin toplumdan kopuk olduğu geleneksel eğitim sisteminden farklı olarak toplumla bağlantıyı merkezine alan ve Venezüella'da 21. yy sosyalizminin yaratılmasında rol alacak yeni vatandaşlar yetiştirmeyi amaçlayan bir sistem. Bu hedefler, Avrupa ve ABD'den kaynaklı üniversite modelinin yeniden, radikal biçimde düşünülmesini gerektiriyor ve bu zor girişim de Venezüella'nın Bolivarcı sürecinin özünde yer alıyor. Bolivarcı Venezüella Cumhuriyeti'nin anayasası bütün vatandaşlarına yüksek eğitim garantisi veriyor ve şu anda üniversite düzeyinde eğitim programlarına kayıtlı 350.000 yeni öğrenci var.
Eloy Ruiz ile UBV’nin 2003’te kuruluşundan beri merkezi olan Caracas yerleşkesinin, onuncu katındaki çalışma odasında konuştuk.
Eğitimin metalaştırıldığından ve bu metanın pazar değerinin yüksek kalabilmesi için eğitimlilerin sayısının düşük tutulduğundan söz etmiştiniz. Neoliberal eğitim sisteminin pazar ekonomisi mantığı ile burada, UBV'de, verilen eğitimin mantığı arasındaki farktan söz eder misiniz?
Eğitimin her zaman üretim yöntemlerine ve geçerli sayılan toplum modeline bağlı bir rolü olmuştur. Venezüella, uzun yıllar boyunca, bu ülkeyi yönetenler tarafından tek ürünü olan bir petrolcü olarak kabul edildi. Bu işlenmiş bir ürün değil işlenmemiş bir maddeydi, onu işleyecek olan bir ülkeye satılıyordu. Biz ham petrol, alüminyum ve demir satıyorduk; plastik, işlenmiş alüminyum ya da köprü yapmak için üretilmiş demir direk bile değil... Bu bizi bağımlı kılan bir ekonomik modeldi; bir bağımsızlık ya da karşılıklı dayanışma modeli değildi. Bu modelde alış veriş şartlarını belirleyen, daha güçlü bir merkez rolünü oynayan ABD idi.
Bu durumdaki bir ülkede gelişen eğitim, olsa olsa bir yan eğitim olabilir. Bizde de, üretime yönelik değil, idareciliğe yönelik bir eğitim sisteminin gelişmesine yol açmıştı. Bu idarecilik, teknoloji alanında değil, tarım ya da yiyecek üretiminde bile değil, hizmet alanlarındaydı. Teknolojiyi üretecek değil tüketecek ve yönetecek idareciler yetiştiriyorduk. Örneğin, hala bu modelde eğitim veren özel üniversitelerde Endüstri Mühendisliği dalındaki öğrenciler, yedinci dönemlerine geldikleri halde daha bir türbin görmemişlerdir bile. Ellerine makinenin kitapçığını alıp çözüm bulabilmeleri için yetiştiriliyorlar –bir türbin üretebilmek için değil...
Bizden önceki eğitim sistemi, küçük gruplar için tasarlanmıştı. Evinde kitap olmayan öğrenciye kitap ve bilgi sağlamak gibi bir amacı yoktu. Farklılıkları çoğaltan bir sistemdi. Evde kitapları olan, okuyan bir baban varsa, ayrıcalıkların varsa, en iyi eğitimi alabiliyordun. Ve bu devlet okullarının oluşturduğu sistemdi!
1968/69’da Venezüella’da ilk özel okullar açıldı. 1950’lerin sonunda tek bir özel üniversite varken, 1998’de özel üniversiteler devlet üniversitelerinden daha fazlaydı. Prestijli üniversiteler artık özeldi. Bu nasıl mı oldu? Halk, çocuklarının eğitimli olmasını istedikçe, elitler ayrıcalıklarını sürdürmek için özel bir eğitim sistemi yaratmışlardı. En iyi hocalar özel üniversitelere geçmeye başlayınca devlet üniversitelerinde bir eksiklik ortaya çıktı ve böylece özel üniversiteler fazladan bir değer kazandı. Neoliberal sistemde yatırım nerede getirisi fazla olacaksa oraya gider ya, bu durumda da yatırım, evlerinde kitaplık olan ve zaten bir birikimle gelebilen öğrencilerin kaydolduğu özel okullara yapılıyordu.
Bu ayrışım, önce ortaokul ve lise süreçlerinde ortaya çıktı. Ondan sonra üniversite düzeyinde kendini gösterdi. Bazı alanlarda yüksek eğitim pahalıdır. Tıp eğitimi için bir hastaneye, mimarlık eğitimi için de uygun bir mekana ve laboratuarlara ihtiyacınız vardır. Ortaokul ve lisede özel okula gittiyseniz, prestijli devlet üniversitelerinin yolu da size açılır. Bu modele göre, üniversiteye giriş sınavlarında elit grupların çocukları başarılı oluyor ve böylece, devlet üniversiteleri bile %90’ı özel, ayrıcalıklı eğitim sektöründen gelen öğrencilere hizmet veriyordu.
Bu duruma paralel olarak, bir değer kaybını önlemek için devlet sisteminin büyümesini sınırlamak gerekiyordu. Sonuçta tıp, mühendislik ve hukuk, birçok öğrenciye kapalıydı. Genişlemeler eğitim, yönetim ve hizmet alanlarında olabiliyordu. Bu model, neoliberalizmin üniversitelere verdiği rolü tehdit etmiyor, elit mesleklerin ekonomik elitlerin çocuklarına gitmesini garantiliyordu.
Yani Bolivarcı hükümet yüksek eğitimi bir hak olarak kabul ederken, önceki hükümet yüksek eğitimi elit grupların çocuklarına ayrılmış bir meta olarak görüyordu diyebilir miyiz?
Evet. Bu 1998’de azar azar değişmeye başladı. Sonra 2003’te, misionların ortaya çıkmasıyla esaslı bir değişim yaşandı. 2003’te okuma yazmanın yaygınlaşmasıyla başlayan ve yüksek eğitime kadar giden bir eğitim kampanyası başlattık.
Yüksek eğitim, yani “Mision Sucre” programı, okuma yazma programlarımızdan farklıydı. Şöyle ki okuma yazma eğitimini nerede olsa yapabilirsiniz. İlk ve orta eğitim de bir tek okul binası ister. Tuvaleti bozuk da olsa, ampulleri eksik de olsa orada eğitim verilebilir. Ama yüksek eğitim, ülkenin 325 bölgesinden yalnız 71’inde vardı. Bütün öğrencilere yüksek eğitim vermek istiyorsanız, onların hepsini o 71 bölgeye göndermeniz mümkün olamaz. Tam tersi gerekir. Bu ne demek? Eğitimi insanlara götürmek demek. “Mision Sucre” ile her bölgede bir yüksek eğitim sistemi geliştirmek demek. Yüksek eğitimin iş yerlerinde, toplumun içinde, insanların bulundukları yerde yapılması çok önemlidir. Böylece, örneğin okullar öğretmenlerin yetişmesinde, hastaneler ise doktorların yetişmesinde rol oynamak zorunda.
Peki bu nasıl işliyor? Bu program bizim 350.000 kişiyi yüksek eğitim sistemine dahil edebilmemizi sağladı. Başarılı olduğumuzu artık söyleyebiliriz. Ama bu kazançları iş ortamında ve toplumun içinde kaybetmemek için önlemler almamız gerekiyor. Doktorların ve öğretmenlerin yetişmesi çok başarılı oldu. Bu programlardaki öğrenciler kendi toplumlarındaki okullarda ve sağlık merkezlerinde çalışıyorlar. Şimdi 14.000 yeni tıp öğrencisini bu sisteme alıyoruz. Biz buna entegral sistem diyoruz. Gelecek yıl da 13:000 öğrenci alacağız.
Bu sayıları duyunca bana “bu kadar çok doktoru ne yapacaksınız?” diye soranlar oluyor. İşin gerçeği şu ki bir doktor çeşitli ortamlarda yararlı olabilir –yalnız muayene odasında, ya da hastanede değil. Bir doktor yalnız bu ülkenin değil bütün insanlığın hizmetindedir. Kübalıların bizim sağlık sigorta sistemimizi başlatabilmemiz için 14:000 doktor gönderebilmesi bunun bir örneğidir. Doktorlar öyle olmalıdır –bütün insanlara sağlık hizmeti sunabilmelidirler. Pakistan’da deprem mi oldu? Bir yerde Tsunami mi oldu? Küba’dan binlerce doktor oralara gidebildi. Biz doktorlarımızın bütün Güney Amerika kıtasında görev yapmasını bekliyoruz. Afrika’nın doktora ihtiyacı var. Doktorlar bir toplumsal görevi yerine getirecekler.
Öğretmen yetiştirmekte de başarılıyız. Eski okullara da yeni okullara da yepyeni bir yaklaşımla geliyorlar.
Teknolojik alanda ise yavaş ilerliyoruz –bu uzak bölgelerimiz için de gerekli. Bu yıl Haziran ve Eylül arasında iki milyon kitap yayınladık. Bu çok önemli çünkü öğrencilere kitaplarını biz veriyoruz. Çocukların paraları olması, bir dükkana gidip almaları gerekmiyor. Ülkenin her köşesine ulaşacak bir kütüphane sistemi de geliştiriyoruz...
Tamam, doktorları, öğretmenleri toplumla bütünleştirmek zor bir iş değil ama diyelim çevre mühendisliğini nasıl bütünleştireceğiz? Her çevre öğrencisi bir su arıtma ya da çöp geri dönüşüm programında ya da sera etkisi yapan gazların azaltılması programında çalışıyor olmalı. Bunları üzerlerinde çalıştıkça geliştiriyoruz.
Öğrencilerin toplumla ilişki içinde olmalarını istiyoruz. Bu eğitim programımızın bir parçası. Programın merkezinde “proyecto” dediğimiz toplum deneyimi var. Bir öğrenci, hangi alanda çalışıyor olursa olsun toplum için bir şeyler yapabilmeli. Diyelim o toplumun elektrik sorunları var, kabloları karışmış, öğrenci bununla uğraşmalı. Barrio’larda elektrik kullanımının akılcı ve tutumlu olması için insanları bilgilendirebilmeli. Bu yaklaşımla, öğrencilerimiz hem yüksek düzeyde politik bilinçlerini hem de toplumla bağlantılarını geliştiriyorlar.
Bildiğimiz üniversitelerin kökleri, 18. yy. Almanya’sına uzanıyor. Yapılarının özünde bazı tutucu mekanizmalar var: farklı bölümler olması, öğrenci-hoca ilişkileri hep status quo’yu sürdürmeye yarayan ayrımlar. Sizin Bolivarcı Üniversitenizde bunun tam tersini görüyoruz. Venezüella’da üniversitenin devrimci bir yapısı var. Bu yapısal temelden biraz söz eder misiniz?
Evet, modern üniversite, ortaçağ üniversitelerinin bir uzantısı. Ya, Alman modelinde olduğu gibi bir çalışma alanına bağlı olarak ya da bir felsefe kurumu olarak gelişmiş. Bu modelde üniversite, çalışma yaşamından kopuk oluyor. Bizim üniversitelerimizde de bu modellerin kalıntıları var. Bazı profesörler profesör olmak için geliyorlar. Kendilerini öğrencilerle birlikte dinamik özneler olarak göremiyorlar. Bazen, projeleri üniversite binasından yönetmek istiyorlar. Bu olamaz. Projeleri toplumun içinde yürütmeleri gerekiyor. Bazen öğrencilere “çalışmanın nasıl yapılacağını öğrettim. Araştırmayı yap bana getir” diyorlar. Halbuki bizim istediğimiz yalnız öğrenme sürecine değil toplumda problem çözme sürecine de tam katılmaları.
Farklı disiplinlerin de bütünleşebilmesini istiyoruz. Örneğin, bir sosyoloji öğrencisi ve çevre öğrencisi iş birliği içinde çalışabilirler. “Ben geri dönüşümle ilgileneyim, sen, su kirliliğinin topluma etkisiyle ilgilen... Bir takım oluşturup, birlikte çalışabiliriz.” Kompleks ve çeşitliliği olan bir gerçek karşısında, toplumların çeşitli sorunlarını çözme amacıyla disiplinler arası işbirliği içinde çalışılabilir .
Yapmaya çalıştığımız bir şey daha var ki bu da zaman alacaktır: öğrenciler ve hocalar arasında oluşan tahakküm ilişkilerini değiştirmek... Hocanın bilgi birikimini öğrenciler üzerinde güç olarak kullanmasını istemiyoruz. Hiyerarşik ilişkilere dayanan bir sistemde alınan eğitim, özgürleşmeye yararlı olamaz. Popüler, devrimci bir eğitim sistemi oluşturmakta olduğumuza inanıyorum, ama yolumuz uzun... Tohumları ektik. İlk filizleri de görüyoruz.
Ülkenizdeki muhalefet size baskı yapıyor, eğitim sisteminizi eleştiriyor. Bu şartlarda çalışmak nasıl bir şey?
Şili’de de sağcılar Allende hükümetini burada da kullanılan sloganlarla yıpratmaya çalışmıştı. “Çocuklarımı ve mallarımı rahat bırak!” gibi... Ama bu sloganlar uluslararası ortamda işe yaramadı. Şimdi de sağcılar uluslararası ortamda başka işler çeviriyorlar. ABD de bazı öğrencilerin eline, Amazonları, Brezilya’yı ve Venezüella’yı “insanlığın federal alanı” diye tanımlayan haritalar veriliyor, sanki bu sözü geçen ülkeler insanlığa ait olan kaynaklara el koyuyorlarmış gibi. ABD 20 yıl içinde Latin Amerika’yı istila etme planları yapıyor. Bu arada uysal hükümetlere, yoksul ve bilgisiz halklara ve teknolojik gelişmelerden yoksun bırakılmış toplumlara ihtiyaçları var ki Irak’ta yaptıklarını yapabilsinler.
Bu çerçevede, ülkedeki sağcılar, ABD ile birlikte, “mision”larımızı karalamaya çalışıyorlar. Ama öte yandan, uluslararası yatırım riskini ölçen şirketler Venezüella’nın yatırım için en elverişli yerler arasında olduğunu söylüyor. Yani burada hala servet oluşturma olanağı var ki bu da tabii sosyalistler açısından olumsuz bir şey.
Eğitim sistemimizin amacı, insanların toplumsal sorumluluklarının bilincinde olduğu bir toplum yaratmak. Bu ekolojik ve insanca sorumlulukların bilinci demek ki, ancak yüksek eğitimle gelişir. İlk toplumsallaşma aile içinde olsa bile politik toplumsallaşma yüksek eğitimle olmalıdır. İşte bu nedenle “Mision Sucre” en yoksul barrio’lardan uzak Amazon yerlilerine, yaşları 20 ya da 30 olanlardan, 50, 60, 70 yaşındakilere kadar herkese ulaşmayı amaçlıyor. Bir sosyalist toplumun oluşabilme şartlarını yaratmaya çalışıyoruz. İnsanlar eğitimli değilse sosyalizm’den söz edilemez. İnsanlar sağlıklı değilse sosyalizm’den söz edilemez. İnsanlar açsa, işsiz ise sosyalizm’den söz edilemez. İşte bu nedenle, bizim şimdiye kadar yaptığımız iş, bir bahçede yabani otları temizleyip tohumların ekilmesine benziyor. Bu tohumları suladık, ve şimdi filizlerin yeşerdiğini görüyoruz. Bunu yalnız eğitimde değil sağlık alanında da yapıyoruz.
*
[Chris Gilbert ve Cira Pascual’ın 13 ve 16 Ekim, 2006’da İspanyolca yaptıkları ve Znet için İngilizce’ye çevirdikleri bu söyleşi Üstün B. Reinart tarafından kısaltılarak Türkçe’ye çevrilmiştir.]
|
İktidar dalaşına karşı halkın hakları -Aktüel Gündem
|

|
16 Aralık 2006 -
|

|
Seçim atmosferi ülkeyi sardıkça, AKP’nin başını çektiği Liberal-Gerici Cephe ile Ulusalcı Cephe arasındaki çatışmanın dozajı giderek artıyor. Çatışmada her iki cephenin stratejisi ve kullandığı yöntemler farklı.
AKP bu aralar büyük güçleri bağlamakla meşgul. Büyük sermayeyi, AB’yi, IMF’yi ve en fazla da ABD’yi arkasına almaya çalışıyor. ABD’nin İran’la diplomasi geliştirmeye yöneldiği bir eşikte, AKP Amerikan elçiliği olmanın gereklerini sektirmeden yerine getirdi. Ortadoğu sürecinde daha önceleri yaptığı gibi, bazı küçük cinlikler yapmaya kalkmadı. İran manevrasının ABD nezdindeki olumlu etkisinin sağladığı rahatlıkla, Kıbrıs konusunda itirazlarını kamuoyuna yansıtan Genelkurmay Başkanı’na ve Cumhurbaşkanı’na kükredi.
Kıbrıs sorununda dışarıda AB, içerdeyse Ulusalcı Cephe tarafından köşeye sıkıştırılan AKP, iki arada bir derede kalmıştı. Dışişleri Bakanlığı tarafından geliştirilen bir öneriyle (şartlı olarak bir havaalanı, bir liman açılması) AKP, AB ile gerilimi kısmen yumuşatmaya, hareketsizlik görüntüsünden kurtulmaya ve seçimlere kadar zaman kazanmaya çalıştı. Ancak bunu takiben, önce Büyükanıt’tan “Ordunun bu öneriden haberi olmadığı ve bu durumu kınadığı” doğrultusunda, diplomatik üsluba gerek duymayan, “harbi” bir açıklama geldi. Ardından Cumhurbaşkanı Sezer de kendisinin bilgilendirilmediği ve düşüncesinin sorulmadığını açıkladı. Ancak AKP’nin de durumu alttan alma niyetinin olmadığı anlaşıldı. Dışişleri Bakanlığı, devlet kurumlarının bilgilendirildiğini açıklarken, T. Erdoğan “ne yani, onlara mı soracaktık” diyerek gerilimi iyice tırmandırdı. TÜSİAD, AKP’nin yanında yer alırken, TOBB karşı cephede saf tuttu. Böylece yaşanan iktidar çatışması iç ve dış kamuoyunun gözleri önünde tüm çıplaklığıyla sergilendi. Belli ki, T. Erdoğan, İran’la ABD adına üstlendiği netameli aracılık rolünün getirdiği avantajın pervasızlılığıyla davranırken, içteki çatışmanın tırmanmasından pek fazla tedirginlik duymadı. Böylece AB açısından da güvenilir partnerin AKP olduğunu sergilemiş oldu. Sekiz müzakere başlığının dondurulmasıyla AB sürecinin tayin edici adımları seçim sonrasına ertelenirken, AKP emperyalistlere Kıbrıs konusunda esneyebileceğine ilişkin kritik aleni sinyali önden vermiş oldu.
Ulusalcı Cephe’nin ana politikası ise adım adım yükseltilen bir gerilim stratejisi. Bu gerilim stratejisinin ana başlıkları, laiklik, Kürt sorunu, AB, Kıbrıs gibi belirli konularda, halkçı özellikler taşımayan yaklaşımlarla AKP’nin köşeye sıkıştırılması; Kürt sorununda çatışma çizgisini yükselterek ordunun siyasette etkin inisiyatif alacağı bir alanın açılması ve toplumsal gerilimin milliyetçi motifler üzerinden artması; devlet politikası olarak sol muhalefetin sivri uçlarının törpülenmesiyle iyice boşalan muhalefet alanını doldurmak üzere ulusalcı-milliyetçi bir kitle hareketliliğinin yaratılması; bu potansiyeli parlamenter düzlemde temsil etmek üzere CHP-MHP ittifakının resmen ilan edilmesi.
Olaylara şöyle biraz daha geniş bir çerçeveden bakıldığında, Kasım başından itibaren bu çok boyutlu gerilim stratejisinin hızlanarak tırmandırıldığı, “laiklik vurgusuyla” bir kitle seferberliğini başlatıldığı görülecektir. 4 Kasım’da ADD ve ÇYDD’nin başını çektiği Ankara mitingini, kitlesel 10 Kasım Anıtkabir ziyareti ve aynı günlerde bizzat Büyükanıt eliyle organize edilerek, ulusalcı bir hezeyana dönüştürülmek istenen Ecevit’in cenazesi akılda kalanlar oldu.
Ardından, MHP kongresi vesilesiyle Baykal ve Bahçeli’nin karşılıklı paslaşmaları geldi. CHP-MHP ittifakının resmen ilan edilmesiyle birlikte, Ulusalcı Cephe’nin parlamenter kanadı da inşa edilmiş oldu. Son büyük atak da AB ve Kıbrıs konusundaki itirazların en üst düzeyden yapılmasıyla sağlandı.
Bu adımların yanı sıra, aynı süreçte gerilim stratejisi farklı çatışma düzlemlerinde de geliştirildi. PKK’nin ilan ettiği ateşkese rağmen, ordunun operasyonları son haftalarda artarak sürüyor. Yine asker ve gerilla cenazeleri gelmeye başladı. Daha şimdiden ölü sayısı 20’ye, yaralı sayısı ise 100 civarına ulaştı. Bu çizgiyle toplumdaki milliyetçi gerilimler beslenirken, ordunun manevra kabiliyeti ve inisiyatif gücü genişlemekte.
Kasım ayının başından itibaren, birçok ilde ve başta üniversitelerde faşist saldırılar aniden tırmanışa geçti. Elbette bu sürece özgü olarak, (CHP ile ittifaka hazırlandığı bir süreçte) MHP’nin esas olarak parlamenter düzeyi hedeflemesiyle beraber, MHP’nin muhalefeti olan Ümit Özdağ kanadı, BBP-Alperen Ocakları veya mafyatik çetelerin sokak siyasetinde oluşan boşluğu doldurmaya yönelmesi ve bu saldırılarla inisiyatif elde etmeye çalışması olasıdır. Son süreçteki saldırılarda birtakım sivil faşist odaklar, derin devlet tarafından yönlendirilmiş veya kendileri durumdan vazife çıkartmış olabilirler. Durum nasıl gelişmiş olursa olsun, bu saldırıların geneldeki gerilim stratejisinin bir parçası olmadığı anlamına gelmez. Aksine her biri ayrı ayrı planlı ya da plansız, oluşan genel atmosferin içinde, akan büyük ırmağı besleyen dereler olarak işlevlenmektedir.
Son olarak, devlet politikası haline gelen, toplumsal muhalefeti sindirmeye yönelik artan polis şiddeti. (Eylül ayındaki “MLKP operasyonu”nun ardından), İstanbul’un birçok semtinden başlatılan “Temel Haklar ve Özgürlükler Cephesine (HÖC)” yönelik operasyonları geldi: Onlarca dernek, işyeri ve ev baskınları, onlarca gözaltı ve tutuklama. Seçimler yaklaşırken zaten büyük bir fikri keşmekeş yaşayan toplumsal muhalefet, bir yandan katılımcılık adı altındaki “yönetişim” uygulamalarıyla yozlaştırmayla, diğer yandan da şiddet uygulamalarıyla güçsüzleştirilmeye çalışılmaktadır. Sol ya yozlaşmış bir elite ya da dar tepkisel zeminlere sıkıştırılmak istenmektedir. Böylelikle toplumsal muhalefetin halkçı, devrimci bir yönelime girerek, egemenler aralarındaki çatışmaya müdahale olanakları tamamen ortadan kaldırılmak istenmektedir.
Böylesi bir ortamda sol sadece fiziki varlık olarak değil, tanım olarak da ortadan kalkma tehlikesiyle yüz yüze. Toplumsal muhalefeti yönlendiren ana odaklar tam bir karmaşa içinde, sola ait olmayan ne varsa o taraflara doğru savrulmakta. Güçsüzlük ve yüksek politika yapma özlemi bir araya gelince, ortaya her tür belkemiksizlik ve pragmatizm çıkıyor. Liberalizmle, ulusalcılıkla, İslamla, AB ve ABD ile flört etme, ittifak yapma çabalarının altında bu gerçek yatmakta. Bu nedenledir ki, ortada herkesin kendince tanımladığı bir sol mevcut. Sokaktaki vatandaşın ise, kafasındaysa karmakarışık, çoğu kez “yardakçı ve yatakçı” görüntülü “marjinal” bir sol imajı mevcuttur.
Bu koşullarda yapılması gereken ilk şey, solun anlamını yeniden kavratacak bir içerik ve program tanımlamasıdır. Elbette bu kağıt üstünde olamaz. Bu tanımlama aslında herkesin birbirine karşıt şeyler söylediği ama durumu idare etmek için mecburen bir araya geldiği, yukardan ve ilkesiz seçim ittifaklarıyla da sağlanamaz. Aksine toplumsal muhalefetin ana odaklarında yaşanan dağınıklık, aşağıdan geliştirilecek bir mücadele zemininin enerjisini arkasına alan bir fikri yenilenmeyle aşılabilir. Her yerde “hak mücadeleleri” yükseltilmelidir. Halk kitleleri, bu hak mücadeleleri içinde solla yeniden tanışacaktır. Hak mücadeleleri üzerinden geliştirilecek bir “Halkın Hakları Bildirgesi” önümüzdeki dönemde solun tanımını bilince çıkaracak adımlardan birisi olacaktır.
Seçim sürecinde, kritik bir konuma yükselen ve hak mücadeleleri üzerinde yükselecek olan solun ortak programını oluşturma çabası şu dört başlıkta ifadesini bulan asgari program üzerinden yürütülebilir :
1) Kamunun tasfiyesini durdurma mücadelesi 2) Bölgemizde Amerikancı savaş kışkırtıcılığına karşı “Ortadoğu halklarının barış ve kardeşlik” mücadelesi 3) Kürt sorununda ulusalcı-baskıcı ve Amerikancı-kamplaştırıcı politikalara karşı, halkların ortak barış ve özgürlük mücadelesi 4) Tüm sorunların çözüm zemini olarak halk demokrasisinin yükseltilme mücadelesi.
Önümüzdeki dönemde, yılbaşında yürürlüğe girecek olan GSS üzerinden sağlık alanında yeni bir mücadele dönemi başlarken, taşeron ve güvencesiz sağlık emekçilerinin hak ve örgütlenme mücadelelerinde yeni adımlar atılmalıdır. Eğitimin piyasalaştırılmasına karşı, ikinci dönemin başlamasıyla birlikte, mahallelerde velilerin para ödemeye karşı tepkileri “okullara ödenek” mücadelesine dönüştürülmeli. Kadroluların yanı sıra, ücretli-sözleşmeli öğretmenlerin “hak alma” mücadelelerini cisimleştirecek adımlar atılmalı. Liselilerin eğitimde piyasalaştırmaya, otoriterliğe ve yozlaşmaya karşı geliştirdikleri “Red Kampanyasının” tüm liselere yayılması hedeflenmeli. Üniversite gençliğinin “MP3” kampanyasıyla bilinçlere kazıdığı müşterileştirmeye ve piyasalaştırmaya karşı mücadele, üniversitelerdeki baskıları da püskürtecek yerel örneklerle yaygınlaştırılmalı. AKP’nin yeni vurgun alanına halkçı bir müdahale niteliği taşıyan “Barınma hakkı” mücadelelerini birleştirecek, günün koşullarına uygun yeni bir mücadele hattı tanımlanmalı ve yükseltilmeli. “Ucuz ve temiz enerji hakkı”, “ucuz ve güvenilir ulaşım/iletişim hakkı”, “doğaya saygılı, temiz bir çevre” ve “yaşanabilir bir kent” gibi kamusal hak mücadeleleri yoğunlaştırılmalıdır. Tarımdaki yıkıma karşı yoksul, küçük köylülerin biriken tepkilerini solla buluşturacak kanallar geliştirilmelidir. Kamunun tasfiyesini durdurma mücadelesi bu hak mücadeleleri üzerinden biçimlendirilmelidir. Kuşkusuz ilk aşamada bu zeminlerde hızlı ve kitlesel gelişmeler sağlanamayabilir. Zaten bugünün ihtiyacı bu zeminlerin öncü-örnek mücadelelerinin geliştirilmesidir.
Ortadoğu’da ABD’nin saldırgan sömürgeci politikaları teşhir edilmeli, her fırsatta Türk ve Kürt halkları arasında bu sömürgeci politikalardan çıkar sağlama üzerine kurulu sahte umut dağıtma hesaplarıyla halkları birbirine kırdırma politikaları boşa çıkarılmalıdır.
Türkiye’deki Kürt sorununun çözümü açık ki, Türk ve Kürt halklarının ortak çabasıyla sağlanabilecektir. Dolayısıyla ne Kürtlerin ne de Türklerin, “ben sorunu kendi çıkarıma göre çözerim, gerisi beni ilgilendirmez” diyebilme lüksü yoktur. Akılcı bir barış ve çözüm politikası, Türk ve Kürt halklarının ortak çıkarlarına dayandırılmalıdır. Bu ortak çıkarların, neo-liberal yeni sömürgecilik politikalarına karşı ortak kamusal hak mücadelelerinin yükseltilmesiyle karşılık bulacağını vurgulayan çabalar yoğunlaştırılmalıdır.
Tüm bu sorunların çözümü, yeni sömürgeciliğin baskıcı, faşist politikalarına karşı özgürlük mücadelelerinin halk demokrasisini kurmaya yönelmesinden geçecektir.
Bu sürecin bütünü, bir devrimci hareket yaratma mücadelesi olarak atılacak adımlarla bütünleşebildiği ölçüde başarıya ulaşma potansiyeline sahip olabilecektir.
|
Meksika’nın gece yarısı demokrasisi -Stephan Lendman
|

|
06 Aralık 2006 -
|

|
Ulusal Eylem Partisi (PAN) adayı Felipe Calderon 1 Aralık’ta gece yarısı 12:01’de, hileli bir seçim sonucu kazandığı ve hak etmediği cumhurbaşkanlığın andını içtikten hemen sonra Los Pintos Başkanlık Sarayı’ndan ulusal televizyonda halka seslendi. Daha sonra, sabahın erken saatlerinde başkanlık sarayının arka kapısından anayasaca zorunlu olan andını Meclis’te tekrarlaması için gizlice kaçırılarak Meclis’e götürüldü. Cumhurbaşkanı yandaşı ve karşıtı milletvekilleri arasında çıkan kapışmayı takip eden, karşıt temsilcilerin katılmadığı ve yıldırım hızıyla sona eren ikinci ant içme töreninden sonra yeni başkan meclisi terk etti.
Bu esnada Demokratik Devrim Partisi (PRD) adayı Andres Manuel Lopez Obrador’un yüz binlerce destekçisi yollarda ve Mexico City’nin en büyük alanı Zocalo’da toplanmıştı. Daha önceden Meclis’e yürümeyi planlayan Obrador polisle şiddete dönebilecek bir çatışma istemediğinden, yandaşlarından şehir merkezinde barışçı bir protesto yürüyüşü yapmalarını istedi.
Yürüyüş Meclis’i çevreleyen güvenlik bölgesinin kapısına kadar devam etti. Destekledikleri Obrador’un seçimi kazandığı halde başkanlığa gayri meşru bir biçimde Calderon’un getirilmesini protesto eden yüz binlerce kişiye hitap eden Obrador “Meksika’da demokratik seçimlerin olmadığı” kabul edilemez diye mücadelesine devam edeceğini söyledi. “Biz medyanın tanımladığı gibi amacı olmayan asiler değiliz. Çoğu zaman gerçek konunun ne olduğunu unutuyorlar, başkanlık seçiminin bizden çalındığını unutuyorlar”, dedi.
Daha önceden, 28 Kasım Salı günü, Parlamento’nun temsilciler meclisinde muhalefet temsilcileri Calderon’un yemin töreninin yapılacağı salonun podyumunu doldurmuş ve boşaltmayı reddederek töreni engellemişti. Sonuçta Calderon iyi korunan bir yerde ve şaşırtıcı bir saatte, ülke tarihinde hiç görülmemiş bir şekilde yemin etmeye zorlanmıştı. Daha sonra öfkesini zor kontrol eden kalabalıklar sokakları doldurmuşken Parlamento’nun kargaşalı salonunda tekrar yemin etmek zorunda kaldı. Gelecekte daha da zorlaşması olası bir başkanlık dönemi için hiç de iyi bir başlangıç değil. Bu konuda COHA (Yarıküre İşleri Konseyi) 1 Aralık’ta uzun ve kötülük habercisi başlıklı makalesi “Calderon’un Dün Geceki Zorlu Yemin Töreni, Oaxaca’da Gittikçe Berbatlaşan Durum, Meksika İsyanı’nın Yinelenmeyeceği Söylenemez”i yayınladı. Ama COHA’nın söylemediği başkaldırının başlamışa benzediği ve yavaş yavaş ülkenin “toprak renkli insanların” yaşadığı ve artık haklarını istediği bir çok kısmına da yayılmakta olduğu.
COHA’nın bahsettiği gece yarısı töreninde görevi sona eren cumhurbaşkanı Vincente Fox Calderon’a üç renkli resmi törensel kuşağı taktı ama bu yasallığını kabul etmemeye azimli kuvvetli bir muhalefet karşısında ne işine yarayacak, zaman gösterecek. Hileli 2 Temmuz seçimlerinden sonra haftalar boyunca yığınlar Mexico City’nin sokaklarını ve Zocalo Meydanı’nı protesto gösterileri ile doldurdu.
Mayıs’tan beri verilmeyen haklarını kazanmak ve istenmeyen eyalet valisi Ulises Ruiz’i uzaklaştırmak için mücadele eden Oaxacalılar dahil bütün Meksika halkını harekete geçiren bu karşı çıkış, haftalar boyunca seçim kargaşası havası içinde devam etti. APPO’yu (Oaxaca Halk Meclisi) kuran Oaxacalılar şimdi 4500 Önleyici Federal Polis (PFP) ve kendilerini hedef alan devlet tarafından gönderilmiş haydut paramiliterlerle karşı karşıya. Ama Oaxacalılar hala, polisin vahşi saldırılarına -gözyaşı bombaları, hukuksuz ev aramaları, kaybedilen insanlar, onlarca belki de yüzlerce haksızlığı protesto ettikleri için iftiralarla (geçit kapatmak, hükümete karşı kışkırtma, suça iştirak, komplo, isyan, hırsızlık, tehdit gibi) tutuklanma ve ABD’li fotoğrafçı dahil an aşağı 17 öldürme ve onlarca yaralamaya rağmen kahramanca direniyor.
Hükümet Partisi PAN gizli gece yarısı yemin töreninden haftalarca önce, ikinci tur seçim ve sonrasında çıkabilecek olaylara hazırlık olarak Meclis’in çevresinde askeri bir bölge oluşturdu. Korumalı giysileri içinde 1200 seçkin PFP ve Başkanlık Sarayı Koruma polisleri sokaklarda kurulan kontrol noktalarında nöbet tutmaya başladı. Sıkı yönetime benzer bu uygulama Oaxaca’dan sonra, ülkenin diğer bölgelerine de yavaş yavaş yayılmaya başlıyor.
Buna ilaveten, Meclis binası kaleymiş gibi etrafı 3 metre yükseklikte metal çitle çevrildi ve metal çit milletvekillerini halktan korumak için hala duruyor. Milletvekillerinin halkı temsil etmeleri gerek ama otoriter bir yönetim, yolsuzluk, insan haklarına aldırmama ve sadece varsılların çıkarlarını koruma geleneği olan Meksika gibi ülkelerde hiçbir zaman etmiyorlar. Felipe Calderon’un 20 Kasım’da söyledikleri, “Benim hükümetim Meksika devletinin bütün gücünü, yasalarını ve kurumlarını kullanacak. Bu bizim kazanacağımız bir savaş…” geleceğin ne olacağına işaret ediyor.
Devlet kuvvetinin en etkili baskı aracı İçişleri Bakanlığının başına Jalisco Eyaleti’nin valisi Francisco Ramirez Acuna’yı atayan Calderon, dediklerini yapacağını gösterdi. Acuna’nın kendi eyaletinde sert otoriter tutumu, protestoculara saldırması ve muhalifleri tutuklaması ve aynı zamanda uyuşturucu kaçakçılarına ve mafyatik suç örgütlerine arka çıkması ve onlardan maddi çıkar sağlamasıyla tanınıyor.
Calderon ve onun hükümetinde olanlar yapmayı planladıkları işlerde Bush hükümetinden destek görecek. ABD hükümeti’nin gözü 1980’de özelleştirilen, devlet denetiminin Washington’un çıkarına kaldırıldığı ve ücret artışlarının kısıtlandığı ve enflasyon altında tutulduğu IMF yapısal uyum politikalarının henüz erişmediği kamu şirketlerinde.
Calderon ve Bush aynı zamanda 1994’te kabul edilen yağmacı dev şirketlerin çıkarına hizmet eden NAFTA anlaşmasını da Kuzey Amerika Birliği (North American Union) olarak geliştirmek için birlikte çalışacak. NAFTA’daki üç ülke sınırlarını açacak ve bu durumda birlikteki iki küçük ülke bağımsızlıklarını büyük ülkenin (yani büyük şirketlerin) egemenliğine teslim edecek. Eğer bu gerçekleşirse, bundan zarar gören üç ülkenin de halkı olacak.
Eğer Meksika’da muhalefet sözünü geçirebilirse, seçimden sonra PAN’ın kuzeydeki güçlü komşusuna hizmet için yaptığı planlar boşa çıkabilir. Muhalefet partisi PRD’nin adayı Lopez Obrador (halkın deyimiyle AMLO) yasadışı kabul ettiği hükümete karşı direnmeye söz verdi. 20 Kasım’da (Meksika’nın 1910 İsyanı’nın yıldönümü) Mexico City’de Zocalo Alanı’nda binlerce yandaşının önünde Meksika’nın “yasal cumhurbaşkanı” olarak yemin etti. Kendi bakanlar kurulunu kalabalığa açıkladı ve “Suistimal edilmeyi artık kabul etmek istemeyen milyonlarca Meksikalı var”, dedi ve kendi yasal hükümetinin yoksullar için çalışacağını söyledi. Calderon (Obrador ona ABD’nin kuklası diyor) “kazanmadığı görevde güven içinde oturamaz. Kendi için o görevi çalan bürokratların aşağı bir uşağı”, diye sözüne devam etti. Konuşmasında, ABD’li Big US Oil’in göz diktiği ulusun petrol sektörünün özelleştirilmesini önlemek için hazırladığı yirmi öneriyi açıkladı ve kabul ettirmeye çalışacağını söyledi.
Savaş hatları çizildi ve hareket 1 Aralık’ta Meclis Binası’nın yakınındaki yollarda, Odrador’un çağrısı üzerine barışçı bir şekilde başladı. Güvenlik Kuvvetleri ve Parlamento civarında konuşlandırılan yüzlerce deniz subayı aylardan beri orada bekliyordu ve göstericiler ne zaman sokakları veya meydanları doldursalar karşılarında onları bulacak. Felipe Calderon olası fırtınalı ve sürprizlerle dolu altı yıllık dönemine başlarken, bu sadece günlerden ilkiydi.
Meksikalılar yılardan beri devam eden sahtekarlık, yolsuzluk ve kötü davranışlardan bıktıklarını gösterdiler. Aylardan beri dikkati çekecek kadar büyük kalabalıklar halinde sokakları dolduruyorlar. Protestolarına Oaxaca’daki yoldaşları, başka bölgeler, Subcomandante Marcos ve onun binlerce destekçisi de destek veriyor. Zapatista Öteki Kampanyası onlara, Meksika’nın adaletsiz ekonomik sistemini ve neoliberal yağmacı kapitalizmi yok etmek ve yerine adil bir demokratik ekonomik sistem getirmek için yol gösteriyor.
Meksika’da olaylar bazen hızlanıyor, bazen yavaşlıyor ama hava şu anda elektrikli ve değişiklik için şartlar uygun. Emiliono Zapata Salazar’ın kahramanca çabaları 1910 yılında Porfirio Diaz diktatörlüğüne karşı ayaklanmaya öncülük etti ve bir yıl sonra onu devirdi. Bu tarihi bir olaydı ve şu anda değişiklik için kahramanca mücadele eden insanlara yeni bir direniş ruhu veren bir sembol haline geldi ve Meksika’yı bir dönüm noktasına getirdi.
Değişim gelecekse, mücadele etmeksizin gelmeyecek
Meksika hükümetleri kendi otoritelerine karşı olan protesto hareketlerine boyun eğmiyor. Hele bu hükümete, Latin Amerika devletlerinin gittikçe artan karşı tutumundan rahatsız olan ve yeni gelişmeleri önlemeye çalışan Bush hükümeti de çok yardım edebilir. Latin Amerika’yı arka bahçesi sanan Washington için Meksika yarıkürenin köşe taşı. Ortadoğu’da Bush hükümetinin küstahlığı, aptalca hataları ve beceriksizliği nedeniyle uğradığı stratejik yenilgilere Meksika da eklenirse, bu yıkıcı bir darbe olur.
Ama Meksikalılar başka türlü düşünüyor, oyunu kendi gerçeklerine göre oynuyor. Olaylar geliştikçe, belki de Meksika tarihi egemenlerin salonları yerine halkın kalbinde ve sokaklarda gösterdikleri direniş ruhuna göre yazılacak.
2 Aralık 2006
[Peace, Earth & Justice News’den Latinbilgi için Emine Kunter tarafından çevrilmiştir]
|
Bir Daha Asla’ (Otuzuncu Yılda Arjantin) -Güneş Çelikkol
|

|
02 Nisan 2006 - Güneş Çelikkol
|

|
Oğlak dönencesinin güneyinde yaz bitti, sonbahar başladı artık. Havalar giderek serinliyor. Tatil bitti, okullar açıldı. 24 Mart, dönemin ilk büyük eylemi. Öğrenci hareketinin nasıl bir yeniden başlangıç yaptığını, toplumsal hareketler açısından dünyanın hemen her yerinde durgun geçen yaz aylarından kimin nasıl çıkabildiğini görebilmek açısından önemli bir imkân. Ama dahası, Arjantin’in en önemli eylem günü. Kitlesel katılım ve toplumsal ilgi söz konusu olduğunda ne 2001 ayaklanmasının yıldönümü olan 19 Aralık, ne de 1 Mayıs onun eline su dökebilir.
Paneller, sergiler, toplantılar derken eylemler de başlamıştı geçen Mart’ın son haftasına doğru. Bunlardan en kayda değeri “Aqui Viven Genocidas” turlarıydı: “Soykırımcılar burada yaşıyor”. Diktatörlük dönemindeki cunta üyelerinin, işkencecilerin, işkencecilere ortaklık eden hekimlerin, yargıçların, savcıların ev adreslerinin işâretlendiği bir Buenos Aires haritası var. Her yıl güncelleniyor. Ve her yıl, 24 Mart yaklaşırken oralara bir ev ziyareti yapılıyor. 1990 affından yararlanarak cezası ev hapsine çevrilen, 1998 ve 2006’da yine fasılalarla tutuklanan darbe lideri Videla’nın evi var: Cabildo caddesi, 639 numara. Beşinci kat, daire A. Orası, belli dönemlerde sokak sanatının mekânı olur. “Soykırımcının evine 200 metre kaldı”, “Dikkat: Katil Çıkabilir” gibisinden afişler asılır. Bu defa 15 bin kişi toplandı Cabildo 639’da.
23 Mart gecesi, Plaza de Mayo’da konser var. Bağımsız eylemler, etkinlikler sonra, ilk büyük birleşik çalışma. Cumhurbaşkanlığı binâsı önündeki bu meydanda Leon Gieco, Vicentico gibi Arjantin’in seçkin müzisyenleri sahne alacak. Saat 21’de başlayacak konser için, tam zamanında hazır oluyoruz Mayo’da. Leon Gieco, Amerika kıtalarının beş asır önceki işgâlini anlatan, o çok güzel şarkısını söylüyor: “Cinco siglo igual ”
Ne ki, on dakikasına kalmadan karamsarlığım tutuyor. Birkaç bin kişi ya var ya yok. olanlar da eksik kalsalarmış keşke, diye geçiriyorum. Birazdan ya şu gençlerden birinin dibini bulup da savurduğu şarap şişesi patlayacak kafamızda, ya da biri üstümüze kusacak. Sol gruplar nerede? Yok!
Konser gecenin üçüne kadar sürecek. Üçbuçuk olduğundaysa, yani cuntanın iktidarı gasp ettiği saatte, 9 de Julio ile Corrientes caddelerinin kesişiminde kalan dikilitaşta olacağız. Anca Buenos Aires gibi, belediye otobüslerinin 24 saat çalıştığı kentlerde yapılabilecek türden bir eylem! Saat yaklaşırken, diktatörlük döneminde kaybedilenlerin resimleri yansıtılıyor taşa. Ve buçuk olduğunda bir çığlık yükseliyor: ‘Nunca Mas’.
Diktatörlük otuz bin kişiyi katletmişti. Konuşmalarda, afişlerde, mücadeleye devam etmek için 30 bin sebebimiz olduğu söyleniyor. Tabii, siyasî eğilime göre yapılan ufak tadilatlar da var. ‘Devrimci olmak’, ya da ‘Peronist olmak için 30 bin sebep’.
Asıl büyük eylem 24 Mart günü. Öğleden sonra Parlamento binası önündeki Congreso meydanında buluşulacak, Mayo’ya yürünecek. Öyle muazzam bir kalabalık ki, Congreso’ya sığması imkânsız. Buluşma noktası fiilen birkaç kilometre geriye kayıyor. En az yüzelli bin kişinin katıldığı söyleniyor. Kimi yayınlar beşyüz bine kadar yükseltecek bu rakamı.
Ekim ayındaki seçimlerde Kirchner yandaşı Peronistler oylarını artırmış, sosyalist partiler tam anlamıyla iflas etmişti. O günden sonra da pek esamileri okunmadı. Mitingde Peronistlerin yanı sıra sosyalistlerin de ciddi bir kalabalık oluşturduğu, hareketin yeniden toparlanıp kendine geldiği göze çarpıyor.
Arjantin Komünist Partisi (PCA), Troçkist gruplardan sırasıyla İşçi Partisi (PO), Sosyalizm için İşçi Partisi (PTS), Sosyalizme Doğru Hareket (MAS), Sosyalist İşçi Hareketi (MST) ve nihâyet Maocu gelenekten Devrimci Komünist Partisi (PCR) alanda. Eylemin kitleselliği görülmeye değer.
Aynı saatlerde, kentin farklı muhitlerindeyse farklı etkinlikler düzenleniyor.
Diktatörlük yıllarının korkunç toplama kampı Donanma Yüksek Mekanik Okulu (ESMA), artık “Bellek Müzesi”. Cumhurbaşkanlığı, yabancı devletlerin Arjantin’deki diplomatik temsilcilerine ESMA’da gösterim sunuyor. En büyük iltifatı görenler ise Meksikalılar.
Ülkeleri dışında yaşamak zorunda kalan tüm dünya devrimcilerine on yıllardır kucak açan ‘sığınma toprağı’ Meksika, 1976 sonrasında pek çok Arjantin yurttaşının hayatta kalmasını sağlamıştı. Arjantin, diktatörlük yıllarında Arjantin halkına gösterdiği dayanışmadan dolayı, Meksika’ya bu sene resmî teşekkürlerini bildirdi.
Diktatörlük sonrasındaki ilt seçimlerle cumhurbaşkanlığına gelen ve darbecilerin yargılanmasını sağlayan Radikal Yurttaş Birliği (UCR) üyesi Raul Alfonsin, ESMA önünde bir basın toplantısı düzenliyor. Savunma bakanı Nilda Garre ise, üzerinde “Devlet Terörizmi: Bir Daha Asla” yazılı bir plaket çakıyor bakanlığa.
Plaza de Mayo Anneleri Derneği başkanı Hebe de Bonafini, cumhurbaşkanı Nestor Kirchner’le beraber Askerî Okul’daydı.
Kim başlattı bilinmiyor, “Madres de la Plaza / El Pueblo Las Abraza” sloganıyla girdi içeriye, Meydan Anneleri / Halk Onları Kucaklıyor.
Genel Kurmay başkanı Roberto Bendini, 24 Mart vesilesiyle yaptığı konuşmada darbecileri ve diktatörlük yıllarını sert bir biçimde mahkûm etmiş, üstelik ‘diktatörlük ekonomisi’ bahsini açarak işsizleştirmelerden, sendikasızlaştırmalardan, endüstrisizleştirmelerden söz etmişti.
Ancak Kirchner Harp Okulu’nda devlet terörizminden konuşurken, askerlerin o kadar da sıcak yaklaşmadığı gözleniyor. Bir yorumcu “hiçkimse alkışlamadı” diyor, “ön sıralarda oturanlara dikkat ettim, yüzleri asıktı”. Ama daha iyimser bir diğerine göre bu, “askerlerin disiplininden dolayı”.
24 Mart’ı izleyen hafta toplumsal hareketler içinde gazetelere de yansıyan tartışmalarla geçti. Hebe de Bonafini ve çevresindekilerin Kirchner’e ve devlete gereğinden fazla yanaşmaları eleştiriliyordu. 24 Mart eyleminin sonunda okunan ortak bildiriye kayıp yakınları örgütlerinden bazılarının imza atmaması bu yüzdendi.
Kayıp anneleri, çocukları ve diğer yakınları arasında ülkenin demokrasiye dönüşünün kısa süre ertesinde iki farklı eğilim boyvermişti. Bir kısmı, taleplerini yalnızca kayıpları anmak ve onların akıbetini öğrenmeye çalışmak ile sınırlı tutuyor, Bonafini’nin temsil ettiği ve çoğunluğu oluşturan ikinci akım ise hedefi “onların hayallerini gerçekleştirmek” biçiminde yeniden tanımlayarak devrimci çevrelerle ortak mesaiye başlıyordu. Ancak bu yıl işler biraz değişti. Devrimci-politik mücadeleci kanat Kirchner’e bağlanırken, böylesi bir politik gaye taşımayan diğerleri ise devlet karşısındaki bağımsızlıklarını korudu.
Bir toplumsal hareket içinde farklı eğilimlerin bulunmasından, mücadeleye dair tartışmalar yaşanmasından doğal birşey yok elbette. Hangi eğilimin baskın çıkacağını göreceğiz. Ancak şurası kesin ki, mücadele devam edecek. Çünkü bunun için, 30 bin sebebimiz var.
Güneş Çelikkol
|
Devlet ve direniş... Hangisi nerede? –Güneş Çelikkol
|

|
01 Ocak 2008 - Güneş Çelikkol
|

|
Latin Amerika ülkelerinin toplum yapılarını incelerken sık kullanılan bir kavram. İspanyolca söylersek “presencia del Estado en el territorio”, Türkçe’ye aktarırsak “devletin topraklardaki varlığı”. Arjantin, devletin tüm topraklara yayıldığı bir ülke sayılıyor örneğin. Dağ başındaki kimsesiz bir mezrada bile karşınıza bir okul, sağlık ocağı ve jandarma karakolu çıktığı söyleniyor. Daha doğrusu eskiden çıkıyormuş da, doksanlı yıllardaki Menem iktidarı döneminde devlet küçüldüğü için artık pek çıkmıyor. Zaten halk hareketlerinin derdi de bu. İkibinli yıllardaki özyönetim ve otonom patlaması, ortadan kaybolan devleti ikâme etmeyi amaçlıyor biraz da. Devletin terk ettiği yörelerin insanları kendi eğitim sistemlerini, konutlarını, işlerini kurmak için örgütleniyor. Mahalle örgütlenmelerinin ve kır gerillasının tarih boyunca başarıya ulaşamadığı, mücadelelerin sendikalar ve okullar üzerinden yükseldiği Arjantin'de, artık mahalle hareketleri yükseliyor.
Oysa Brezilya tam tersi mesela. Brezilya'da doksanlı yıllara kadar devlet tüm gücünü kapitalizmin merkezlerinde toplamış, büyük kentleri tahkim etmişti. Topraksız tarım işçileri hareketi de bu koşullarda doğmuştu. Merkezi ele geçiremiyordunuz ama, Amazon içlerinde bir toprağı işgâl edip, istediğinizi yapabiliyordunuz. Şimdiyse tüm kıyamet, tarım tekellerinin çıkarları doğrultusunda devletin buralara girmesinden kopuyor. Peru, Meksika, Bolivya ve Kolombiya'da da durum aşağı yukarı böyle.
Peru'daki Aydınlık Yol ve Tupac Amaru, Kolombiya'daki FARC ve ELN, Meksika'daki EZLN bu açıdan önemli deneyimler. Devletin ortalıkta dolaşmadığı taşrada kısa sürede büyük kitlelere ulaşabilen bu gerilla hareketleri, merkeze çıkmayı denediklerindeyse başarılı olamıyorlar. FARC, ülkenin çok önemli bir coğrafyasında egemenlik kurabilmesine karşın ağzıyla kuş tutsa da merkez kentlere çıkamıyor. Geniş kitlelerin sevgi ve sempatisini kazanan EZLN, Chiapas'ın dışına çıktığında ne yapacağını bilemiyor.
Uruguaylı yazar Raúl Zibechi belli bir toprak parçasını işgâl ederek özyönetime geçirmek gibi kırsal bölgelere özgü mücadele biçimlerinin doksanlı yıllarda kentlere taşınmasının Güney Amerika'da sol yükselişi sağladığını yazıyordu. Bundan bir sonraki sol dalgayı yükseltecek dinamik ise herhalde, kentlere yöneliş sürecinde ciddi bir kriz yaşayan EZLN başta olmak üzere benzer yapılanmaların bu sorunları aşabilmesiyle mümkün olacak.
|
Özelleştirmeler ve diktatörlük ekonomisi-Güneş Çelikkol
|

|
22 Ekim 2007 - Güneş Çelikkol
|

|
Uruguay diktatörü Juan Maria Bordaberry bu sene yargılandı. Şili'de tutuklanan Peru diktatörü Alberto Fujimori geçtiğimiz haftalarda ülkesine iade edildi, hâlâ cezaevinde. Arjantin'dekiler uzun zaman önce yargılanmış, sonra aftan yararlanmışlardı. Af iptâl edildi.
Şili'de ordunun bir numarası Juan Emilio Cheyre geçen sene emekliliğinden önce yaptığı bir açıklamada ordunun hatalarını kabul etmişti. Brezilya'da diktatörlük kurbanları bu sene resmen anıldı, Ekvador'da “Gerçek Komisyonu” oluşturuldu. Bolivya'nın eski başkanı Sanchez de Lozada kaçtı, iadesi isteniyor.
Latin Amerika, o yaygın deyişle “geçmişiyle hesaplaşıyor”. Ama bu hesaplaşmanın “muhaliflerin öldürülmesi”yle sınırlı tutulduğu da sanılmasın. Örneğin Arjantin'de “diktatörlük ekonomisi” de gündeme getirililiyor artık.
Bu kavramı bizzat ordu komutanı Roberto Bendini de kullanmıştı. Plaza de Mayo Nineleri'nin başkanı Estela de Carlotto, “askeri-sivil diktatörlük” demeyi öneriyor. Çünkü yalnızca “askeri diktatörlük” dendiğinde, iş dünyasının ortaklığı ve ekonomik boyut gölgede kalıyor...
Gelelim Türkiye'ye... Türkiye'de doksanlı yılların ikinci yarısına “özelleştirmeler” damga vurmuştu. Şeffaflık ve demokrasi ilkelerinin ihlâl edildiği o sürecin, “silahların gölgesinde” yaşandığı da sır değildi.
Özelleştirmelerin doğrudan muhatabı olan kamu çalışanları siyasal partilere üye olamıyor, sendikal haklardan eksiksiz olarak yararlanamıyorlardı.
Özelleştirme karşıtı sol partiler çok güç koşullarda çalışıyorlardı. Afişler yasaklanıyor, partiler kapatılıyordu.
Cezaevlerinde binlerce politik tutsak vardı. Kirli savaş doruk noktasındaydı.
Hükümete yandaş medya, taraflı yayın yapıyordu. Medya çalışanları sendikalı değildi.
Sol eylemlere polis saldırıyor, neredeyse her gösteride birileri gözaltına alınıyordu.
Türkiye'nin demokratik bir ülke olduğu söylenemezdi. Özelleştirme karşıtı eylemlere katılanlar devlet terörizminin doğrudan mağduru oluyorlardı.
Eğitimde özelleştirmeye karşı çıkan öğrenciler, düşüncelerini ifade etmeye çalıştıkları eylemlerde polis terörünü göğüslemek zorundaydılar. Paralı hâle getirilmek istenen üniversitelerin yönetiminde öğrenci temsilcileri bulunmuyorlardı. Rektörlerin demokratik seçimlerle belirlenmediği de açıktı.
Özelleştirmeleri farklı gerekçelerle destekleyen, ancak kendilerini “liberal ve demokrat” olarak tanımlayanlardan şöyle bir dürüstlük beklerdik açıkçası: “evet, ben özelleştirmeleri savunuyorum, ancak sendikaların özgürce çalışamadıkları, özelleştirme karşıtlarına polis saldırılarının yaşandığı, iki tarafın fikirlerinin dobra dobra tartışılamadığı bu koşullarda verilecek kararların demokrasiye aykırı olacağına inanıyorum”.
Ama olmadı... böyle bir açıklama dahi yapılmadı.
Tansu Çiller dönemindeki özelleştirmelerin üzerinden geçen bunca yıldan sonra, gerçekleri ortaya çıkarma vakti gelmiş olsa gerek... İşin yolsuzluk, usûlsüzlük kısımları bir yana, dönemin başbakanı, içişleri bakanı, valileri ve emniyet müdürleri tarafından verilen emirler gözden geçirilmeli; tanıklar dinlenmeli; kamu emekçilerine saldıran polisler yargılanmalı; mağdurların zararı tazmin edilmelidir.
Başta Ufuk Uras olmak üzere TBMM'deki sol temsilcilerden bek lentimiz, konuyu bir an önce gündeme almalarıdır.
|
İşsiz işçi örgütlenmeleri –Güneş Çelikkol
|

|
05 Nisan 2007 - Güneş Çelikkol
|

|
Eskiden «işsiz» deniyordu. Sonradan Latin Amerika ülkelerinde işsiz işçi örgütlenmeleri kuruldu, gündeme damga vurdu. Avrupa'da ve Türkiye'de hâlâ «işsiz» deniyor ama, Latin
Amerika'da iyice yerleşti «işsiz işçi» kavramı.
Arjantin'deki piqueteros hareketinin liderlerinden Luis d'Elia'nın sözleri bence önemli: «Biz işsizler hareketi değil, kapitalizmin işsiz bıraktığı işçiler hareketiyiz».
İşsiz işçi olur mu, bana kalırsa olur. Hatta şöyle soralım: İşsiz işveren oluyor da, işsiz işçi neden olmasın?
Türkiye'deki bazı işverenler şirketlerini kaybettiler. Ama kimse onların artık burjuva sayılamayacağını söylemiyor. Çünkü hem o kültüre, dünyaya, zihniyete aitler, hem de çıkarları o sınıfla beraber. Örneğin işsizlik ödeneği yasasının çıkmasını değil, batık şirketlerin patronlarının affedilmesini istiyorlar. Şu an geçimlerini sağladıkları paranın kaynağında da yine işveren geçmişleri var.
Kuşkusuz, bir işçi için de geçerlidir bunlar. Bir işçi işten atılırsa ne olur? İşçilik yapacak yeni bir yer arar, geçici işler kovalar, işçilik yapan yakınları sayesinde geçinir. İş güvencesi yasası hâlâ onun çıkarınadır. Peki öyleyse neden işçi değil de işsiz diyoruz?
Birincisi, işçi sınıfına karşı ideolojik bir saldırı var burada. İşçilerin önemli bir çoğunluğunun kapitalizm yüzünden sürekli iş değiştirmek zorunda kaldıkları, yaşamlarının bir kısmını çalışarak, bir kısmını iş arayarak geçirmeye mecbur bırakıldıkları gizleniyor. Sanki işsizler ayrı bir sınıfmış, işe yaramaz ve yardıma muhtaç aylaklarmış izlenimi uyandırılıyor. İkincisi, maddi bir saldırı söz konusu. İşçi sınıfının büyük mücadelelerle elde ettiği kazanımları işten çıkarıldığınız anda kaybediyorsunuz. Sendikalar işsiz kalanları örgütlemiyor, sosyal sigortanız uçup gidiyor. Öyle bir mekanizma kurulmuş ki, haklarınız onlara en fazla ihtiyaç duyduğunuz anda siliniyor. Bu tam da, «itfaiye henüz yanmamış evlerden sorumludur, yanan evlere karışmaz», «sağlıklılar doktor çağırabilir ama hastaların böyle bir hakkı yoktur» demek gibi bir saçmalık.
Türkiye'de işsizler değil, güvenceli çalışma hakkına daima saldırılan bir işçi sınıfı vardır. Eğer işçi sınıfının tüm kesimleri bir an önce tek cephede örgütlenmezse, güvenceli çalışanların sayısı giderek azalacağı için sendikalar pek yakında örgütleyecek tek bir işçi dahi bulamayacaklar. İşsiz işçi örgütlenmelerini inşâ etmek için daha ne bekliyoruz ki?
ACİL TALEPLER
Herkese Asgari Gelir Güvencesi
Türkiye'de herkese asgari gelir güvencesi sağlamak hemen şimdi mümkün. Bu konuda Derya Sazak'ın Milliyet gazetesindeki yazısına göz atalım (17 Haziran 2005):
«Türkiye'de, Brezilya örneğindeki gibi yoksullukla mücadelede başvurulan 'asgari gelir desteği' partilerüstü bir politika olarak uygulanabilir mi? Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) Türkiye Sorumlusu Yeşim Oruç Kaya, Sohbet Odası'nda bu hafta asgari gıda gereksinimlerini bile karşılamaktan uzak yoksul kitlelere yönelik yardım programıyla ilgili olası maliyet hesaplamalarını açıklamıştı. Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politikalar Forumu tarafından çıkarılan tahmini verilere göre, yoksulluk sınırındaki herkese ayda 100 dolarlık gelir desteği sağlanmasının bütçeye maliyeti yılda 4.3 milyar doları buluyor. Bu da toplam ulusal gelirin, sadece yüzde 1.78'ini oluşturuyor.»
Kapanan İşyerleri İşçi Yönetimine
Patronları tarafından kapatılan işyerlerinin işçi yönetimine alınarak üretime geri sokulması adeti Arjantin'de yaygınlaşmış, bu yolda verilen mücadele Buenos Aires kentinde bir yasa
çıkmasını sağlamıştı. Venezüella'daysa bu uygulamayı hükümet destekliyor. Kredi ve devlet teşvikleriyle gelişen işyerlerinin sonra sırf işveren öyle istedi diye kapanması, iş aletlerinin çürümeye terk edilmesi, ulusal ekonominin zarar görmesi, insanların işsiz bırakılması kabul edilemez. İşten çıkarma yasaklanmalı, terk edilen işyerleri oraya sahip çıkanlara bırakılmalıdır.
NASIL BİR ÖRGÜTLENME?
İşgâl Et, Diren, Üret
Brezilya'da tarım tekelleriyle rekabet edemeyerek topraklarından olan küçük çiftçiler ve tarımcılık şirketlerindeki işlerinden atılan, iş bulamayan kır işçileri birleşmiş, topraksız işçiler hareketini yaratmışlardı. Bunun kentli bir versiyonu da Arjantin'deki piqueteros hareketiydi. Kentsel bir toprakta alternatif konut ve üretim seçenekleri yaratan işsiz işçiler hareketinin yanı sıra, Arjantin bir de işgal fabrikaları hareketiyle tanıştı. Bir işyeri veya toprak parçasını işgal etmek, orada direnişe geçmek ve üretmek, Türkiye'ye de gayet uygun düşüyor.
Tek Sınıf, Tek Sendika, Tek Yumruk
Arjantin'de Menem yıllarında bürokratik CGT'den kopan sendikaların kurduğu CTA, işsiz işçilerin de örgütlendiği bir kitlesel konfederasyon olması bakımından önem taşıyor. Mahalle örgütlerinin, işsiz işçi ve piqueteros topluluklarının kendi bağımsızlıklarını korumak kaydıyla katıldıkları CTA, bu açıdan ilginç bir deneyim.
Dayanışmacı Ekonomi
Brezilya'da iflasa yüz tutan küçük üretici ve esnafın birleştiği dayanışmacı ekonomi ağları toplumsal hareketin önemli bir parçasına dönüştü. Türkiye'deyse aynı ihtiyaç denize düşen yılana sarılır misali faşist çeteler ve dinci tarikatları besliyor.
Ulusal Kampanya
İşsizliğe yol açan politikalara karşı kampanyalar son on yılda pek çok Avrupa ülkesinde etki yarattı. Sendikacıların 1993'de Fransa'da kurduğu AC! hareketi İşsizliğe Karşı Avrupa Yürüyüşü örgütlenmesine katıldığı 1997'den itibaren sosyal cephenin kayda değer bileşenlerindendi. Benzeri bir harekete Türkiye'de ne kadar ihtiyaç duyulduğu açık.
|
Venezüella: Kadınlar Devrim Yolunda İlerliyor
|

|
15 Şubat 2006 -
|

|
Ulusal Kadın Enstitüsü (INAMUJER) Venezüellalı kadınların fırsat eşitliği ve yasa önünde eşitliği için mücadele etmeyi hedefliyor. Green Left Weekly’den Rachel Evans ve Carol Wynter INAMUJER’in uluslararası ilişkiler yardımcısı Corina Fumero ile INAMUJER’in yaptığı işler ve kadınların karşılaştıkları sorunlar hakkında konuştu.
Fumero, “En önemli politik programımız Venezüella’da kamusal ve politik yaşamın her çeperinde cinsiyetler arası eşitliği yaygınlaştırmak. Tüm hükümet programlarında -sağlık, eğitim- herkesin cinsiyet konusu ile ilgilenmesini istiyoruz. Bu konuda epey yol aldık. Yakın zamanda Başkan Chavez bu konunun iyi araştırılması, anlaşılması ve çok kapsamlı olması için ulusal bütçeden pay ayrılmasını onayladı. Bu, bütçe içinde yer alan her bölümde kadın sorunlarına yer verilecek demek oluyor” dedi.
Bir örnek olarak: yoksullar için ev inşa etme programımız var. Ama özellikle kadınlar açısından, çocuklarını okula gönderirken yol masrafı olmasın diye, evlerin okula yakın olması gerek. Anneler alış verişe giderken çocuklarını da beraber götürebilmeleri için, otobüslerin çocuk arabası yüklenebilir olması önerisi var. Kapsamlı toplumsal cinsiyet görüşü ile demek istediğimiz bu.”
“Bu görüş henüz yasalaşmadı ama hükümetten ve Başkan Chavez’den gelen destek maksatlarının ne olduğunu gösteriyor.”
Fumero, INAMUJER’in hükümete bağlı olarak çalıştığını anlattı. “Caracas’ta 100 işçimize ilaveten bölgesel merkezlerde de çalışanlarımız var. Venezüella’nın bölgesel merkezlerindeki büro sayısı 26. Aile içi şiddete maruz kalan kadınlar için üç adet barınağımız var. Geçen yıl bir tane idi, yani bir ilerleme var. Aynı zamanda, kadınlara parasız hukuki yardım servisimiz de var.
“Tabanı halka dayanan bir örgütüz. 5-20 kişilik gruplarla barrio (mahalle) okul ve odalarında toplanıyoruz. Kadınlara anayasal ve insan haklarını anlatıyoruz. Anayasamız iyi bir anayasa. Kadınlara doğum kontrolü haklarını anlatıyoruz ve “Kahraman Kadınlar ve Tarih” projemize katılmalarını sağlıyoruz. Bu proje kadınların tarihini araştırıyor. Geçmişte adaletsizliğe karşı savaşmış kadınları , yoksul çocuklara, hastalara, yoksullara yardım eden kadınları araştırıp, aydınlığa çıkartıyoruz. Bundan başka, aile içi şiddeti önlemek için eğitim veriyoruz.”
“Aile içi şiddet Venezüellalı kadınlar için çok büyük bir sorun. Chavez’in 1998’de başkan seçilmesinden beri çok yol aldık ama kimse bu konuyu tartışmıyor. Konu hakkında gerekli istatistiksel bilgileri toparlamak zor oldu.” Yalnız kadınlar hakkındaki istatistikler henüz tamamlanmadı. “Geçen yıldan beri Ulusal İstatistik Enstitüsü ile beraber çalışarak bu eksikliğimizi gidermeye çalışıyoruz.”
Fumero Venezüella Bolivar Devrimini şöyle tanımladı: “bizim için çok güzel bir an. Halk güçleniyor -politikayı sokağa taşıyor. Sokak güç kazanıyor. Eğitim Çalışmaları’na katılmak için insanlar INAMUJER’e kendileri geliyor. Artık onları çağırmamıza gerek yok. Önceleri devrimci kuruluşlar insanlara ulaşmak zorundaydı ama artık değil. Halk zaten bizden ileride; biz onların peşinden gidiyoruz.”
Fumero, INAMUJER’in anayasada yer alan ev işlerine ücret uygulamasına yönelik bir yasa çıkarmak için de kampanya başlattığını söyledi.
Fumero kürtaj konusunun “tartışmalı” olduğunu söyleyerek, bu durumu “bazı Venezüellalıların kürtajı yasallaştırmak istiyor. Diğerleri kürtajın can almak olduğunu söylüyor. Kadın hareketi ise kürtajın suç olmaktan çıkartılması için kampanya yürütüyor” diye açıkladı.
Geçen yıl hükümet kürtajın yasallaştırılması için bir tartışma başlatmıştı. “Dinci Katolik sağ bu öneriye karşı çıktı ama sokakta pek muhalefet yoktu. Bu konuda daha çok uğraşmamız gerek.”
“Kadın hakları, özellikle kadına karşı aile içi şiddet konusunda yaptığımız tartışmalara ve çalışmalara erkeklerin de katılmasını istiyoruz. Ama machismo (maçoluk) yüzünden erkekler pek ilgilenmiyor. Amacımız kurumların ve programların başında olanların düşüncelerini değiştirmek.
“Kadınlar Bolivar Devrimi sürecinde çok önemli bir rol oynuyor. Chavez’in dediğine göre kadınlar kamu kuruluşlarındaki görevlerin %50’sinde temsil edilecek. Şu anda yerel, il ve ulusal kamu görevlerin %30’u kadınların elinde.”
8 Şubat 2006
[Green Left Weekly’den Latinbilgi.Net tarafından çevrilmiştir.]
|
|
Direniş Savaşçılarının Çağrısı (Fransa)
|

|
05 Nisan 2006 -
|

|
Bizler, Özgür Fransa’nın [France Libre(1940-1945)] savaşçıları ve Direniş hareketinin eski tüfekleri olarak Kurtuluşun toplumsal kazanımlarının tehdit altında olduğunu görmekteyiz. Genç kuşakları Direnişin mirasını ve günümüzde yaşayan ekonomik, toplumsal ve kültürel demokrasi ideallerini canlandırmaya ve yeniden aktarmaya çağırıyoruz. Altmış yıl sonra, faşist barbarlığa karşı birleşen ulusların ve Direnişteki erkek ve kız kardeşlerimizin fedakarlığı sayesinde Nazizm hala yenik durumda. Ancak bu tehdit tümüyle kaybolmadığı gibi bizler de adaletsizliğe karşı öfkemizden bir şey yitirmedik.
Direnişin güncelliğini kutlamak için kalbimizden gelen çağrımız Direniş ateşi asla sönmesin diye yerimizi dolduracak kuşaklaradır. Kelimenin gerçek anlamında siyasi ve insani üç görev öneriyoruz. Amacımız ne bir partinin desteklenmesidir, ne de bir güç grubunun kullanacağı bir araç önermektir.
Öğretmenleri, toplumsal hareketleri, kamusal kolektifleri, yaratanları, yurttaşları, sömürülenleri, aşağılananları Ulusal Direniş Konseyi (CNR) programının 15 Mart 1944’te yeraltında kabul edilişinin yıldönümünü birlikte kutlamaya çağırıyoruz. Programımız herkesi kapsayan sosyal güvenlik ve emeklilik hakkı, “ekonomik feodalizmin” denetimi, herkese kültür ve eğitim hakkı, paradan ve yolsuzluktan özgürleştirilmiş basın, emek ve tarım toplumsal yasaları vb. talepleri içermektedir.
Kurtuluş’tan ve Avrupa’nın harap olduğu dönemden beri zenginliğin üretimi fazlasıyla artmışken, bugün nasıl oluyor da bu toplumsal kazanımları sürdürmek ve genişletmek için para bulunamıyor? Siyasi, ekonomik ve entelektüel önderler ve bir bütün olarak toplum, barışı ve demokrasiyi tehdit eden mevcut uluslararası mali pazar diktatörlüğünün kendilerini ezmesine izin vermemeli ve ona teslim olmamalıdır.
Bu nedenle Direnişin mirasçısı olan hareketleri, partileri, dernekleri, örgüt ve sendikaları kendi kesimsel çıkarları yerine bu yüzyıl için yeni bir “Direniş Programını” birlikte tarif etmeye ve öncelikle toplumsal adaletsizlik ve toplumsal çatışmaların politik nedenlerine yönelik politik davalara adamaya çağırıyoruz. Unutulmamalıdır ki, faşizm her zaman, kendileri de toplumsal adaletsizliklerden beslenen ırkçılık, tahammülsüzlük ve savaştan beslenir.
Son olarak çocukları, gençleri, anne-babaları, yaşlıları, dede ve nineleri, öğretmenleri, kamu yetkililerini kitle iletişim araçlarına karşı gerçek barışçıl bir isyan yükseltmeye çağırıyoruz. Çünkü bunlar gençlerimize sadece ticari tüketimi, en zayıflara ve kültüre yönelik küçük görmeyi, genel bellek kaybı ve herkesin herkese karşı kıyasıya rekabetini vazediyor. Şu andan itibaren, büyük medyanın, Ulusal Direniş Konseyi’nin programına ve 1944 basın düzenlemelerine aykırı biçimde, özel çıkarlarca kontrol edilmesini kabul etmiyoruz.
Her zamankinden daha güçlü olarak henüz başlamakta olan yüzyılı yaratacak olanlara tüm içtenlik ve sevgimizle söylemek isteriz ki:
“Yaratmak direnmektir. Direnmek de yaratmaktır.”
İmzacılar:
Lucie Aubrac, Raymond Aubrac, Henri Bartoli, Daniel Cordier, Philippe Dechartre, Georges Guingouin, Stephan Hessel, Maurice Kriegel-Valrimont, Lise London, Georges Séguy, Germaine Tillion, Jean-Pierre Vernant, Maurice Voutey.
Madde 35. Hükümet halkın haklarına saldırdığı zaman, isyan, halk için ve halkın her parçası için, hakların en kutsalı ve ödevlerin en vazgeçilmezidir.
Yurttaş Hakları Bildirgesi, 24 Temmuz 1793
[Sendika.Org tarafından çevrilmiştir]
|
Sol, Örgüt, Parti: Nasıl Yapmalı? -Ece Temelkuran (Milliyet)
|

|
16 Aralık 2005 -
|

|
Van'da, Rektör Yücel Aşkın'ı hasta olmasına rağmen beş kat merdiveni tırmandırtacak kadar gözü dönmüş bir hukuksuzluk kampanyası sürerken...
Ülkenin malvarlıkları kasabalı esnaf ağzıyla yapılan pazarlıklarla satılırken...
Yoksulları örgütleyerek iktidara gelen AKP artık daha ziyade Dubaili işadamlarının çıkarlarını korurken...
Yabancı haber ajansları bile dini bir hayat tarzının Türkiye'yi ele geçirdiğini tüm dünyaya ilan ederken...
İnsanların elinden rakı bardağını kapmaya varan düzeyde bir muhafazakârlaştırma operasyonu sürerken...
Van'da başlayan kampanyayla birlikte düşünen insanların ellerinde kalan son iki kale olan yargı ve üniversitelerin de ele geçirilmesi için her şeyin yapılacağı ortaya çıkmışken...
Sağlık ve eğitim gibi en basit insani ihtiyaçlar bile "parasıyla" olmuşken...
Parti girişimi
DİSK öncülüğünde başlayan bir parti girişimi var. Henüz sadece kültürel elitin beyin fırtınası toplantıları olarak yürütülen çalışmaların, dini sembollerle süslenerek dokunulmaz kılınan iktidarın eşitlik ve adalet karşıtı uygulamalarına karşı doğru düzgün bir muhalefet geliştirebilmesini isteyen çok insan var.
Fakat, Bolu'da yapılan ilk toplantıda söylediğimi tekrar edeyim:
Çamurun içine girmeden, sokağa temas etmeden yapılan her şey geçmiş başarısız deneyimlerin yeni bir tekrarı olmaktan öteye geçemez.
Asıl muhalif, sokak
Girişim, sokakta ve Anadolu'da var olan muhalif damara denk gelmezse, yeni bir dil kurmazsa, bütün bu çabalar sadece Meclis kulislerinde kendine yeni bir parti arayarak, duble paça pantolonlarıyla gezen sosyal demokrat, "profesyonel" politikacılardan başka kimseyi heyecanlandırmaz.
En son katıldığım "Siyaset Meydanı" programına gelen tepkilerden de gördüğüm üzere, var olan "kariyer sahibi" politikacılar, tanınan siyasetçiler artık bu ülkeyi temsil etmiyor.
Kimse memleket meselelerinin çözümünde çoktan kurulmuş ve ezberlenmiş dillerle bir yere varılacağına inanmıyor. Yeni bir politik dil gerekiyor. Bu yeni dil nerede?
Yeni dil Halkevi'nde
Sokakta çalışan, manileşmiş sol örgüt diliyle bir yere varılamayacağını iyi bilen, sokağın isteklerini, sokağın diliyle talep eden Halkevleri yeni bir şey yapıyor. Bir süredir çalışmalarını izlediğim Halkevleri, Latin Amerika'da uygulanmış ve başarıya ulaşmış modelleri örnek alıyor. Mahalle örgütlenmelerine gidiyor ve oralardan gelen talepleri büyüterek bir muhalefet çalışması yapıyor.
Halkın temel gereksinimlerini ideolojik saplantıların önünde tutan örgütlenme, mahallelerde kent yoksulları için eğitim ve sağlık çalışmaları yapıyor. Halk okulları, deprem bölgesinde Yaşam Evleri kuruyor.
İşçilerin kendi haklarını öğrenmesi İstanbul'da "Alo İşçi Hattı", Adana ve Hatay'da Irak mağduru şoförlerle dayanışma merkezi, çeşitli illerde okuma yazma kursları...
'Dayanışma'...
Bunların etrafında bir araya gelen kent yoksulları kendi politikalarını kendileri belirliyor. Kendi dillerini de kendileri üretiyor. Okuma yazma öğrenen kadınlar çocukları için kreş istiyorlarsa bunun için basın açıklaması yazabiliyor örneğin, "İnsanca yaşamak istiyoruz" sloganını kendileri buluyor.
Veliler parasız eğitimin çocuklarının hakkı olduğunu kendileri kavrayıp okullara baskı yapabiliyor. Sanat kursları, ÖSS hazırlık kursları, veli-öğretmen meclisleri kuruluyor. Halk okullarında gönüllü öğretmenler parasız dersler veriyor.
Böylece sağın, AKP'nin mahalle çalışmalarıyla soldan çaldığı "dayanışma" kavramı sola dönerken yoksullar, haklarına, kendi, yeni dilleriyle sahip çıkmayı öğreniyor.
Türkiye'nin kenar mahallelerinde, üniversitelerinde bir şey oluyor.
Bir enerji birikiyor.
Bu enerji, yeni dilini kullanabileceği bir yer arıyor.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol
|